Yıllar geçti ama yine bayram gelmiş neyime şarkısını dinler gibiyiz, ÜZGÜNÜZ.
Siyasi sömürü, emek ve faiz sömürüsü yetmedi din sömürüsü okyanusunda boğuluyoruz.
1 Mayıs Emek Bayramı, ezilmişlerin, alın terinin gaspının isyanı olan riba’ya karşı bir haykırış günüdür.
Emek sömürüsü, Allah’ın yasakladığı riba sömürüsüne karşı bir başkaldırma günüdür.
1 Mayıs, haksız kazanca, emeğin sömürüsüne vicdanların isyandır.
Doğal düzene, kapitalizmi hâkim kılmaya kalkanlara bir nefret haykırışıdır.
Desene emeğin sömürüsü olan ribanın reddi,1 Mayıs bayramıdır.
Emekçiler bakışlarını ufuklara çevirmişler.
Sözleşmeliler bakışlarını uzaklara çevirmişlerdi.
Eyeteliler bakışlarını uzaklara çevirmişlerdi.
Problemlerin kısmi de olsa çözülmesini ayakta alkışlıyoruz.
Ücret dengesizliği yürekleri yakan bir acıdır.
Ücret dengesizliği olanlar da bakışlarını uzaklara çevirmişler.
Desene mağdurlar, mazlumlar ve mustazaflar ellerini açmış uzaklara bakıyorlar.
Uzakların depremi şiddetli olur bilesiniz.
1 Mayıs öyle ki emeğin sömürüsü, alın terinin gaspının isyanıdır.
Riba kamu düzenine bir savaş ilanıdır.
İslam dini adeta bir denge, terazi ve tevhit dinidir.
İslam dini sosyal hayatta adaletin terazisinin tevhidini kurar.
Kadın ve erkek arasında dengenin tevhidini kurar.
Emek ve sermaye arasında dengenin tevhidini kurar.
Devlet ve vatandaşı arasında dengenin tevhidini kurar.
Suç ve ceza arasında kısas gibi denk bir ceza ile tevhidi bir denge kurar.
Fakir ve zengin arasında tevhidi bir denge kurar.
Alıcı ve satıcı arasında terazi tutar.
Desene haklı ve haksızı belirlemek için kurallar koyar, tevhide boyar.
Vicdani adaletin terazisi bozulmuşsa yapılacak bir şey yoktur artık tuz kokmuştur.
Emek ve sermaye dengesinin kurulması toplumların sosyal barışı kurabilmeleri için önemli bir ilkedir.
Hemen bütün toplumlarda emek ve sermaye dengesizliğinden taraflar arasında sorun çıkmaktadır.
Emek ve sermaye dengesini kuran toplumlar barış ve huzuru yakalamışlardır.
Emek sömürüsü bir tür riba olarak görülmüştür.
Sermayenin garantili getirisi ve emek sömürüsü mahza haksız kazanca sebebiyet vermiştir.
Toplumlar emek ve sermaye dengesini kurdukları ölçüde sosyal adaleti ve sosyal barışı kuracakları malumdur.
Dünyada adil bir ekonomik düzen kurmak her insanın ve her Müslümanın görevidir.
Sen çalış ben yiyeyim, başkasının alın terinin haksız bir şekilde elde edilmesi büyük bir günah görülmüştür.
Başkasının mazlumiyetinden ve mağduriyetinden istifade etmek iğrenç bir gelir yöntemidir.
Bunun için edimler arasındaki dengesizlik gabn, garar ve riba yasaklanmıştır.
Hak etmediğin kazanç, senin değildir. Ancak ve ancak, hak ettiğin gelir senindir.
Sen çalış, ben yiyeyim, bu bir ribadır.
Riba, kişinin mağdur ve mazlumiyetinden istifade edilerek elde edilen gelirin adıdır.
Desene riba, başkasının alın terini haksız bir sebeple yemektir.
Faiz, kamu düzenini bozup insanlığa savaş ilan etmektir.
Tarihten günümüze, her daim faiz ve ticaret arasındaki farkındalık sorunsalı yaşanmıştır.
Temel üç senbol yasak, riba, garar ve gabndır.
Desene üç yasağın odak noktasını, anayasal üst norm olan “haksız kazanç batıldır” temel ilkesi oluşturmaktadır.
Bilindiği üzere Kur’an kesin bir ifade ile câhiliye fâizi, borç fâizi veya ribe’n-nesie denilen vade karşılığında alacağın miktarının artırılması şeklindeki fâizi yasaklamış, sünnet de bu yasağı teyit etmiştir.
Buna ilave olarak sünnet, bazı ticârî işlemleri ve mübâdele şekillerini de yasaklamıştır.
İslâm hukuk literatürde bu tür işlemler, ribe’l-fazl veya alış veriş fâizi adıyla anılır.
Vade sebebiyle tahakkuk ettirilen fazlalığın haramlığı hususunda ihtilaf bulunmamaktadır.
Ancak, paranın ve gıda maddelerinin peşin olarak fakat fazlalıkla değişiminin (ribe’l-fazl) yasaklanmış olmasının gerekçesi ve illeti üzerinde farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Bu yasağın ölçüsü, sınırı ve hangi cins malları kapsadığı hususu tartışmalıdır.
Anlaşıldığına göre sözleşmede bedeller arası karşılıksız kalan fazlalığın şart koşulup koşulmadığı noktasında ayrılığa düşülmektedir.
Bir işlemde fâizin bulunabilmesi için bazı unsurlar taşıması şarttır. Bu unsurlar; akit, akit konusu ve mübadelede eşitsizliktir.
Faizin tahakkuku için ivazlı bir akdin mevcudiyeti şarttır.
Bir mal bedeli veya ödünç akdinden dolayı borçlu olan biri, şart koşularak karşı tarafa fazla ödemede bulunsa bu fazlalık fâiz olur.
Akit konusunun ise, fâizin cari olduğu maddelerden olması gerekir. Gerek karz (tüketim ödüncü) akdi, gerekse başka bir akitten dolayı zimmette semen borcu olsun bütün deyinler fâize konu olabilir.
Mübâdelede eşitsizlik ise, ya miktar bakımından olur ki, bu fâiz konusuna dahil aynı cinsten iki malın birbiriyle değişimi anında bedellerden birinin fazla olmasıdır ki, buna “fazlalık fâizi”, ya da mübâdele zaman (süre) ile ilgili olur ki, bu da fâiz konusu malların değişiminde birinin verese olması durumunda söz konusu olur ki, cahilliye ribâsı da denil bu durum, borçlunun borcunu ödeyememesi durumunda, alacaklının anaparaya yapacağı ilavedir ki, buna “gecikme fâizi” denir.
Bilindiği gibi, İslâm’ın kazanç yollarına ilişkin dünya görüşünü yansıtan temel yasaklardan biri de ribâ yasağıdır.
Fâiz kavramı ise, bir üst kavram olup ribâ kavramından daha geniştir. K. Kerim’de “Allah ticâreti helal, ribâyı haram kıldı”ayeti genel manada ribânın açıkça yasaklandığını bildiren bir nasstır.
Bu ayetin pratik hayata yansımasına baktığımızda farklı uygulamalara rastlamaktayız. İslâm hukuk bilginleri ribânın haram olduğu hususunda ittifak halindedirler.
Ancak ribânın şümûlü ve hukukî sonuçları üzerinde ihtilaf etmişlerdir.
Kur’ân’ın, ribâ ile ticâret arasındaki ilişkiye değinerek ticaretin helal, ribânın haram olduğunu bildirmesi de dikkat çekicidir. Çünkü ticâret üretken olup toplumda emeğe ve sermayeye dengeli bir pay verir, paranın akışını hızlandırır, belli istihdam imkanları ortaya çıkarır.
Ribâ ise, üretken değil tek taraflı çıkar sağlayan bir sömürüdür. Eşit ve iki taraflı risk taşıyan ticâret ile eşitsiz ve tek taraflı risk taşıyan ribâ arasında önemli bir mahiyet farkı vardır.
Aslında sabit bir oran ve miktar olan ribâ, sermayenin verimliliğine sınır koymakta, onu çoğu zaman kısa vadeli yatırımlara yönlendirmekte, emeğin üretimden yeterli pay almasını önlemektedir.
Bunun için İslâm, sermayenin üretim ve kârdan sabit bir pay alarak bütün risk ve sorumluluğu emeğe yüklemesine karşı çıkmış, sermayenin payını değişken bir oran üzerine oturtarak emek sermaye arasında makul bir denge kurmuştur.
İslâm hukuk bilginlerinin bazıları, Kur’ân’ın genel esprisi için de, Kur’ân’ın fâizi değil, ribâyı yasakladığını, ribânın İslâm’dan önce prodüktif olmayan ödünç vermelerde vadenin uzatılmasına karşılık ödünç alan tarafından alacaklıya ana paraya ek olarak ödenen (tüketimdeki) fazlayı ifade ettiğini, üretimde kullanılmak amacı ile alınan ödünçlerin bu yasağın dışında tutulması gerektiğini söylerler.
Bu görüşe gerekçe olarak da eskiden ribânın zayıftan kuvvetliye bugün ise, kuvvetliden zayıfa ödendiğini ileri sürerler.
Ekseri İslâm hukuk bilginleri ise, fâiz ile ribâ kelimeleri arasında fark olmadığını, fâizin gelir dağılımında yol açtığı haksızlık sebebiyle yasaklandığını, temel vasfının ise, ister onu ödeyen, ister alan açısından olsun, mutlaka birisi aleyhine, kaçınılmaz bir haksızlığa sebebiyet verdiğini, bu bağlamda bireylerin meşru yoldan elde edilen malı ve mülkünü korumak için alınan bir tedbir olarak İslâm dîni “alış-verişi helal, ribâyı haram kıldığı” gerekçesini ileri sürerler.
Sonuçta her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın fâiz, ödünç para vermek isteyenleri, ellerindeki parayı ödünç vermeye razı etmek için ödenen bir fazlalıktır.
Genellikle insanlar ellerindeki paradan bedava vazgeçmek istemezler. Yani elindeki likit parayı ödeme vaadi ile karşılıksız değiştirmeye çoğu kez yanaşmazlar. Tasarruf ettiği parayı bizzat kullanamıyorsa, âtıl tutmayı isterler.
İslâm hukuk bilginlerinin bazıları da, üretime katılacak sermaye için ödenecek fâizi, bu sermayeyi üretmede kullanan emeğin hakkı olarak görürler. Çünkü sermaye emek eşliğindeki üretim sürecine sokulmadıkça, kendi kendine bir gelir getirmez.
Ne var ki aynı şey, sermayeli üretim sürecinde kullanılan emek için de söylenebilir. Sermayeli üretim sürecinde makinalar, alet-edevat olmadan emeğin kendi başına üretimi gerçekleştirmesi mümkün değildir.
Sonuçta üretim, emek ve sermayenin müşterek eseri olup “değer” bunlar arasında paylaşılır.
Burada sorun, emeğe üretimdeki prodüktif hizmeti karşılığı ödenen payla, sermayeye ödenen pay hakkındaki değer yargısından kaynaklanmaktadır.
Ayrıca İslâm hukuk doktrini gelir bölüşümün de sadece ücret, kira ve kârı nazara alır. Sermaye için fâiz ödenmesi meşru sayılmaz.
Bazıları bu durumu, İslâmiyet’in ilk yıllarında girişimci ve sermayedarın ayrı faktörler olarak görülmemesine, sermayenin üretimdeki prodüktif hizmeti girişimcinin prodüktif hizmeti içinde mütâlâ edilmiş olduğuna dayandırır.
Böylece genellikle kendi sermayesi ile iş yapan girişimcinin üretimden aldığı payın tamamı kâr olarak görülür. Bu bağlamda İslâmiyet’in, değişmez ahlâk kuralları zekatı emrederken ribâyı yasaklamıştır.
Para ise genelde bir değiştirme (mübâdele) aracı görülür. Kendiliğinden bir şey yaratmaz. Ödünç alanın bununla sağladığı gelir kendi emeğinin karşılığıdır.
Ödünç veren emek harcamadığı gibi, işin riskini de taşımaz. Zira Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Kazanç riskin karşılığıdır; riski üzerine alan kazancına da hak kazanır.” “Zararı garantilenmeyen malın karı helal değildir.” Bundan dolayı fâiz almak, gelirin kaynağı ilkesine aykırıdır.
1 Mayıs EMEK BAYRAMINI EN KALBI DUYGULARIMLA KUTLARIM.
TÜM EMEKÇİLERE SAYGILAR SUNARIM.