Ülkemiz, günümüzde görülmemiş biçimde artan bilgi hızına yetişmek ve bilgi toplumu haline gelmek zorundadır. Bu nedenle, sürekli öğrenme, bilgi edinme ve eğitim süreci toplumun en temel özellikleri arasında yer almaktadır. Bilim ve eğitim politikası olmayan hiçbir ulusun “muasır medeniyetler” düzeyine ulaşması mümkün değildir. Üniversiteler öğreten, bilgi üreten ve yayan, bağımsız araştırmalar yapan, akademik düşünen, her düşüncenin özgürce konuşulduğu, entelektüel risklerin güvenlik içinde özgürce ifade edildiği, bilgi kazanımlarının teknolojiye dönüştürüldüğü, kişisel yaratıcılığı geliştiren ve kişileri araştırmaya yönlendiren, toplumun vasıflı işgücünü yetiştiren, bilimsel ve idari özerkliğe sahip kamu tüzel kurumlardır.
Üniversiteler ulusal ve uluslararası alanda yaşanan rekabetin etkisi ile güçlerini arttırma yollarını aramak, en üst düzeyde rekabet avantajları sağlamak için seçkin eğitim ve araştırma stratejilerini izlemek zorundadırlar. İstanbul’un fethi ile birlikte, 1453 tarihinde kurulan Fatih Medresesinde rasyonel bir anlayışla, dini bilgilerin yanı sıra çağın modern sayılabilen fen bilimlerinin de verildiği sistem zamanla çöküntüye uğramış ve bu kurum bilimin dışında kalmıştır. Bu nedenle, 31 Temmuz 1933’te kapatılmış ve çıkarılan 2252 sayılı yasa ile Darülfünun, 1 Ağustos 1933’te “İstanbul Üniversitesi” ismiyle yeniden açılmıştır. Kapatılma gerekçeleri 16 madde halinde sıralanmıştır. Geçmişe tanıklık eden bu belge ancak biz entelektüel bilim insanlarına geçmişten ders almak bakımından önemlidir. Geçmişten ders çıkarılmadığı sürece ne bireylerin ne de toplumların hayatın üstesinden gelemeyeceği gerçeğini göz ardı edemeyiz.
Darülfünunun kapatılma gerekçeleri ve günümüz
1. Darülfünunun fakülte ve kurumları arasında bilimsel işbirliğini sağlayacak bir bağlantının bulunmaması
Acaba, bu birinci maddenin neresindeyiz? Üniversitelerimizde, bilimsel işbirliği hevesi oldukça azalmıştır. Bırakın farklı fakülteleri, aynı fakültede bile bölümler arasında ortak projeler / araştırmalar yok denecek düzeye inmiştir. Bunun nedenleri arasında; bilimsel araştırma yapmanın getirisinin olmaması ve sorgulanmaması, maaşlardaki yetersizlik, kıskançlık, bölüm içi çekişmeler, rektörün niteliği, bendensin / değilsin algısı ve yönetim tarafından dışlanma sayılabilir. Bilimsel çalışmanın olmadığı ortamlarda çekişmeler başlar. Günümüzde akademisyenler kavgalı ve küskün hale gelmiş, neredeyse kimse kimsenin odasına gitmemektedir. Böyle bir ortamda bilim yapılabilir mi? Öğretim üyelerinin birbirlerinden uzak kalmaları, bilgi kaynaklarının zayıflamasına ve yapıcı eleştirilere uzak kalmalarına sebep olmaktadır. Fakülteler arasında bilimsel işbirliği sağlanmalı ve teşvik edilmelidir. Akademisyenlerin mesleki başarıları, büyük ölçüde grubun, bölümün ve rektörün kalitesine bağlıdır.
2. Bazı fakültelerin salt eğitim ile ilgilenerek bir meslek okulu durumunda kalmaları
Günümüzde sadece teorik ders veren akademisyen şekli oluşmuştur. Bazı fakültelerde, öğretim üyelerinin kendilerini sadece ders vermekten ibaret saymakta, bilimsel inceleme ve araştırmalardan uzak kalmaktadırlar. Eğitimin akredite edilmemesi ve altyapı eksiklikleri gibi pek çok faktör, fakülteleri lisenin devamı veya sadece meslek okulu haline getirmiştir.
3. Öğretim kadrosunun çoğunlukla kendilerini yalnız belirli saatlerdeki derslerden sorumlu sayarak bilimsel inceleme ve araştırmalardan uzak kalması
Bazı fakültelerde, özellikle sosyal bilimlerde haftalık ders yükü fazlalığı ve ikili eğitimin yapıldığı fakültelerde görev yapan akademisyenlerden araştırma beklemek haksızlık olur. Sadece ders saatlerinde fakülteye uğrayan, isteğine göre ders anlatan, dersin birini sohbetle geçiren, anlaşamadığı öğrencileri yıllarca bırakarak süründüren, derslerini haftanın ilk üç gününe sıkıştırıp dört gün tatil yapan akademisyenlerimiz bulunmaktadır. Huzurlu olmayan bir akademik ortamda çalışanlar o ortamda bulunmak istemez ve kaçmak isterler. Tüm akademisyenlerin yönetim tarafından kucaklanmadığı, aile ortamının bulunmadığı ve bölüm içi huzursuzluklar, çalışanların belirli saatlerde dışında kalmamalarını alışkanlık haline getirmiştir.
4. Öğrenci ile öğretim kadrosu arasındaki ilişkilerin dershane sınırları içinde kalarak bunun dışında öğrencinin her türlü rehberlikten uzak ve kendi başına kalması
Akademisyenler cana yakın, dürüst, çalışkan ve ilham verici olmalıdırlar. Öğrencilerimizi yaşam boyu öğrenmeye özendirmeliyiz. Onlara bilgi, entelektüel yetenek ve düşünme alışkanlığını kazandırmalıyız. Kendi prestijini artırma ve sürdürmede en etkili yöntemlerden biri de öğrenci ile öğretim üyeleri arasında her türlü rehberliğin ve ilişkilerin arttırılmasıdır. Bunun göstergesi öğrenciye bilgi, entelektüel yetenek ve düşünme alışkanlığının kazandırılmasıdır.
5. Eğitimin, hocanın derste anlattıklarıyla sınırlı kalması, öğrencinin öğrenme sorumluluğunun da belirli bir kitabın sayfaları ya da hocanın derste anlattıklarından tutulan notların çerçevesi içinde kalması
Günümüzde, devlet üniversitelerinde benzer durumlara yaygın olarak rastlamaktayız. Derslerini titiz anlatan akademisyenleri tenzih ederim ama bazıları ders saatlerini tam ve verimli anlatmamakta, bunun yerine güncel konular veya siyaset gibi meslek dışı konularla dersi geçirmektedir. Bazı akademisyenlerin notları fotokopi şeklinde, gelir amaçlı satılmaktadır. Lisans eğitiminde ilgili alanda bilgiye giden anayolları öğrenciye göstermeliyiz. Öğrenciler, belirli kitaplar ve hocanın derste anlattıkları ile sınırlı kalmamalıdır. Fakülte yönetimi tarafından eğitim programlarının düzgün yürütülüp yürütülmediği titizlikle takip edilmeli, her eğitim döneminde öğrenci iletişim toplantıları ve anket çalışmaları ile derslerin işleyişi takip edilmelidir.
6. Seminerlerin genellikle yüzeysel ve alışılmış biçimde kalması
Akademik yaşam devamlı hareket halinde bir dünya olup, motivasyonu ne olursa olsun, seminerler bir çeşit zihinsel yenilenmedir. Bu da kişi için çok büyük bir potansiyel yarar sağlar. Bu nedenle seminerler, lisans ve özellikle lisansüstü eğitimde çok önemlidir. Yüksek lisans ve doktora öğrencileri, her yarıyıl en az bir seminer vermelidirler. Konular önemli güncel bilim konularından seçilmeli, söz konusu seminerlere katılım sağlanmalı ve bu seminerler tartışma ortamında yapılmalıdır.
7. Laboratuvarlarda genellikle, daha çok gösteriyle yetinilmesi, öğrencilerin katılımı ve araştırma yöntemlerine alışma olanaklarının en düşük düzeye indirilmesi
Ülke olarak en büyük eksiğimiz pratik ders sayısının yetersiz olması ve olanların da göstermelik yapılmasıdır. Öğrencilerimizi, teorik derslerle boğmuş durumdayız. Teorik ders saati kadar pratik veya laboratuvar uygulamaları da yapmak zorundayız. Bunun için fakültelerin altyapıları ve sarf malzemeleri yeterince sağlanmalıdır. Pratik uygulamalar zihinde kalıcıdır, öğrenciye özgüven verir ve araştırma becerisini / hevesini tetikler.
8. Yazım ve yayınların yok denecek derecede azlığı
Makale ve kitap yazmak bir akademisyenin bilimde verimli olduğunun göstergesidir. Dünyadaki üniversiteler arasında nitelikli bilimsel yayın sayısı bakımından geri sıralarda yer aldığımız bilinmektedir. Üniversitelerimizde, akademik heves hızla yitirilmekte ve bilimsel yayın üretimi ‘üretiniz’ demekle olmamaktadır. Bunun, doğal gelişim ve altyapı koşulları vardır. Bilimsel üretimde, gönüllülük ve teşvik / ödül gibi altyapı özendirici teşvikler sunulmalıdır. Bilimsel yayın yapmak sadece akademik aşama kaydetmek için yapılmaktadır. Bilimsel hevesi bulunan akademisyenlerin oranı oldukça azalmış ve profesör olunca yayın yapılmaz mantığı yerleşmiştir.
9. Öğretim görevlilerinin çoğunun, dışarıdaki iş ve ilgilerinin çokluğu nedeniyle, darülfünundaki görevlerin ikinci dereceden sayacak kadar kurum ile ilişkilerini azaltmaları
Bilim, maddi değerlerden uzak olmalı ve üniversite yönetimi para karşılığı akademik ideallerden taviz vermemelidir. Günümüzde en büyük sorunumuz, akademisyenlerin toplumsal yarar yerine kârlılık, gerçeğin yerine “işine gelirlilik” ve bilimsel üretim yerine “ne gerek var?” düşüncelerine sahip olduklarını üzülerek görmekteyiz. Bu mantık, gelişimi ve başarıyı engelleyen en büyük tehlikedir. Akademisyenler, mesleğini severek yapmalı, kendisini üniversitenin bir çalışanı değil, ortağı ve sahibi olarak düşünmelidir. Maddi gelir elde etmeyi pervasızca ifade eden bir üniversite, akademik değerlerin aşınmasına karşı etkili bir müdahale yürütemez.
10. Darülfünunun eğitimin ülkenin yaşam ve gereksinmeleriyle ilgisini kaybetmesi ve kurumsal bir soyutlama halinde kalması
Akademisyenlerin topluma karşı sorumlulukları nedeniyle kişisel çıkarları peşinde koşmamalı, bireysel ya da kısa dönemde çıkar sağlama eğilimine yenik düşebilecekleri konumuna getirilmemelidirler. Akademik personel öncelikle kurumun üyeleri, sahipleri ve üniversitenin amaçlarının bekçileridir. Kurumun bir parçası olma ve kurumlarına sahip çıkma duygusu tahrip edilmemelidir. Nitekim, akademisyenler arasında fazla kurumsal görev almamak alışkanlık haline gelmiştir.
11. Tıp Fakültesinin kent hastaneleriyle ilişki kuramaması nedeniyle, tıp eğitimininde birinci dereceden önemli olan klinik eğitiminin pek sınırlı kalması
Günümüzde tıp fakültelerindeki öğrenci fazlalığı nedeniyle, klinik eğitiminin yeterince verilemediğini söyleyebiliriz. Bu konudaki sıkıntılar bilinmektedir.
12. Kimi öğretim görevlilerinin yıllardan beri darülfünunda çalıştıkları halde, henüz ortaya bilimsel değeri olan belli başlı bir eser koyamamaları
Öğretim kadrosunun kalitesi üniversite yaşamının temel taşıdır. Araştırma yapmak esastır; bu da entelektüel merakı tatmin eder ve yeni bir buluş yapmanın zevk ve şerifini beraberinde getirir. Yeni bir atılım yapamayan ve değişmeyi beceremeyen akademisyen geri kalır. Toplumun beklentilerine cevap veremeyen ve bilim üretmeyen akademisyenlerin toplumda bir saygınlığının olacağını söyleyemeyiz. Günümüz dünyasında, başarı sıralamalarında bilim üretme potansiyelimiz ve patent sayımız geri sıralarda yer almaktadır. Bu da, üniversitelerimizin yeterince nitelikli bilim üretmediğini ve araştırma faaliyetlerinin oldukça düşük düzeyde olduğunu göstermektedir.
13. Basit bir çevirinin bile tez olarak kabul edilmesi, bu nedenle bireysel araştırma ve bilimsel yazımın değerinin hiçe indirilmesi
Günümüzde, bilimsel değeri yüksek tezler yeterli sayıda değildir. Genellikle, kısıtlı mali kaynaklar nedeniyle bilimsel getirisi düşük tezler yapılmaktadır. Tıp fakültelerinde, uzmanlık tez projelerinin bilimsel değerleri çok düşük düzeydedir. Bu tezlerin yayın değeri olmadığı için raflarda kalmakta ve prosedür gereği yapılmaktadır. Her üniversite altyapısına, coğrafik konumuna ve ilgi alanlarına göre bilimde öncelikli konularını belirlemelidir. Yüksek lisans, doktora ve tıpta uzmanlık tezleri buna göre seçilmeli, bilimsel ağırlığı olan araştırma konuları seçilmeli ve yeterli kaynak sağlanmalıdır.
14. Aynı fakülte içindeki hoca ve öğretim görevlileri arasında bile umutlu, verimli bir düşünce ve ülkü birliği, bilimsel işbirliği yerine zıtlık ve aykırılıkların hüküm sürmesi
Günümüzde, akademisyenler arasında halen bilimsel düşünce ve ülkü birliği oluşturulamamıştır. Fikir ve çıkar ilişkileri kanser hücresi gibi içimizi kemirmektedir. Öğretim üyeleri arasında düşünce birliği ve aykırılıklar hüküm sürmemeli. Ülke olarak, bunun üstesinden mutlaka gelmek zorundayız. Devletlerin ve toplumların belirli bir ideolojileri olabilir ancak bilimin ideolojisi olamaz. Eğer bilim, ideolojilerin emrine verilecek olursa ne bilim ne de bilimsel bulgular kalır. Öğretim üyesi alınırken liyakat yerine ideoloji, akrabalık / dostluk ilişkileri öne çıkmamalıdır. Üniversiteler dinamik bir kurum olarak, gelişmeler karşısında gerekli her türlü değişime ve yeni fikirlere açık olmalıdır.
15. Eminlik, reislik, divan azalıkları gibi görevlerin bazı hocalar arasında salt ihtiras ve kıskançlık doğuran bir makam halini alması
Akademisyenlerimiz, bilim dışı makam ve rektörlük atamaları gibi liyakat dışı sebepler sonucu kıskançlıktan dolayı birbirinin kuyusunu kazmaktan çalıştığından bir şeyler üretmeye fırsat bulamıyorlar. Onlar, bilimsel araştırma boşluklarını üniversitedeki çeşitli makamlarla doldurmaya itilmişlerdir. Bunun gereği olarak, yağcılık ve ilkesizlik üstün özellik olmaya başladı. Böylece, pek çok niteliksiz muhterisler hayatlarının hiçbir döneminde hayal bile edemeyecekleri mevkilere getirildi. Bu da sonsuz minnet ve bağlılık duygularını geliştirdi ve akademik havayı hızla azalttı. Bunun gereği olarak, güvensizlik duygusu ve bunun sonucu olarak da bilimsel çalışmaya yerine mevki, makam ve özel işlere önem verildi. Bu gibi nedenler, üniversitelerin sunabileceği en etkili ahlaki model, yüce bilimsel ilkeler uğruna anlık çıkarlardan vazgeçmektir.
16. Darülfünunun özerkliğinin salt mevki ve makam ihtiraslarını kaynaştıran olumsuz bir etken derecesine inmesi
Üniversiteler, bilimsel ve idari özelliğe sahip kamu tüzel kurumlar olup, özgürlükçü demokrasinin vazgeçilmez koşulu ve onur kaynağıdırlar. Özerklik, bilimsel çalışma ve yükseköğretimin ilk ve vazgeçilmez koşuludur. Bazı rektörler özerkliği, akademik bir özerklik değil, ben yaptım oldu, gibi bir pervasızlık örneği sergilemektedirler. Böyle akademik niteliği düşük rektörlerce yönetilen üniversitelerde araştırma ve bilgi üretimini beklemek hata olur. Yeni rektör atama şekli, akademik motivasyonu önemli derecede etkilemektedir.
Tüm bu bilgiler ışığında, geçen 87 yıllık sürecin sonunda çok daha iyi bir konumda olduğumuzu söyleyebilir miyiz? İyi bir şey için hiçbir zaman geç değildir. Üniversiteler artıları, eksileri, iniş ve çıkışları ile toplumun aynasıdır. Günümüzdeki hızlı bilimsel gelişime göre gerçekçi düşünmeli, geçen zamana oranla daha çok çalışmalı ve daha kısa zamanda daha büyük işler başarmak zorundayız. Başarı ve liyakate önem vermeyen milletler dünya bilim liginde elenmeye mahkumdur. Bir milletin yaşayabilmesi ve bağımsızlığını koruyabilmesi hem güçlü ve tam bağımsız olması, hem de bilim ve teknolojide ileride olmasıyla mümkündür. Mevcut bilimsel gelişmeye ayak uyduramayan ve bilimsel katkı sağlamayan ülkeler başarılı olamazlar.
9 yorum
Akedemik toplum içinde yer almamama rağmen
Yaptığınız çalışmanın ilim dünyasının potası sayılan üniversitelerin tarihsel gelişimi ve teori ile pratik arasındaki analizi ,içinden detaylı ve bîtaraf olarak yapmış olmaniz itibariyle emeğinize sağlık diyor tebrik ediyorum
Guncelligini hic yitirmeyecek bu listeyi gun isigina cikardiginiz ve gundeme getirdiginiz icin tesekkurler. Ayrica “entellektuel riskler” kavramini hic duymamistim. Cok hosuma gitti. Saygilar.
Konulardan birisi üniversitelerde teorik eğitim ve pratik uygulama dengesi. Ancak pratik uygulama ile teorik bilgiler sizden bir parça haline gelebiliyor.
Sayın Hocam.
1933 yılında bir paradigma değişikliği yapılmış. Şimdiden tezi yok, millet olarak bizler de paradigma değişikliğine gitmeliyiz. Sizin de çok güzel tespit ettiğiniz gibi ülkemizdeki üniversitelere üniversite diyemeyiz. Ancak “yüksek lise” diyebiliriz.
Önerdiğim paradigma değişikliği şudur; Şimdiki üniversitelere dokunmayalım. Yüksek lise olarak kafalarına göre takılsınlar.
Çan eğrisine baktığınızda toplumun %2.5 luk kısmı zeka gerisidir. Çanın öte tarafında kalan %2.5 li kesim ileri zekalıdır. Zekaları terbiye edilir iyileştirir ise ellerinden mükemmel işler çıkar. Patent alacak, çığır açacak buluşlara imza atarlar. Üniversite eğitimi toplumun bu %2.5 luk kısmı için yeniden tasarlanmalıdır. Tabii bu atalet içinde %2.5 luk kısmı yetiştirecek hoca bulabilir miyiz o ayrı konu.
Sonuç olarak esas yanlışımız gençlerin hepsini üniversite eğitimi aldırmak.
Üniversite eğitimi toplumun %2.5 luk kısmı için gereklidir.
Şimdi üniversite eğitimi aldırıp heba ettiğimiz gençlerin içinden mesleğinde deha derecesinde işler yapacak elektrikçiler, muslukçular, oto elektrikçiler var. Üniversite eğitimi aldırarak onları da kaybediyoruz.
Bunları yazarken aklıma Steeve Jobs, Billy Gates geldi. Onlar da üniversite eğitimini yetersiz ve gereksiz bulup üniversitelerini terk etmemişler mi idi?
Elinize sağlık. teşekkür ederiz.
Sayın Hocam.
1933 yılında bir paradigma değişikliği yapılmış. Şimdiden tezi yok, millet olarak bizler de paradigma değişikliğine gitmeliyiz. Sizin de çok güzel tespit ettiğiniz gibi ülkemizdeki üniversitelere üniversite diyemeyiz. Ancak “yüksek lise” diyebiliriz.
Önerdiğim paradigma değişikliği şudur; Şimdiki üniversitelere dokunmayalım. Yüksek lise olarak kafalarına göre takılsınlar. Çan eğrisine baktığınızda toplumun %2.5 luk kısmı zeka gerisidir. Çanın öte tarafında kalan %2.5 li kesim ileri zekalıdır. Zekaları terbiye edilir iyileştirir ise ellerinden mükemmel işler çıkar. Patent alacak, çığır açacak buluşlara imza atarlar. Üniversite eğitimi toplumun bu %2.5 luk kısmı için yeniden tasarlanmalıdır. Tabii bu atalet içinde %2.5 luk kısmı yetiştirecek hoca bulabilir miyiz o ayrı konu.
Sonuç olarak esas yanlışımız gençlerin hepsini üniversite eğitimi aldırmak. Üniversite eğitimi toplumun %2.5 luk kısmı için gereklidir.
Şimdi üniversite eğitimi aldırıp heba ettiğimiz gençlerin içinden mesleğinde deha derecesinde işler yapacak elektrikçiler, muslukçular, oto elektrikçiler var. Üniversite eğitimi aldırarak onları da kaybediyoruz.
Bunları yazarken aklaıma Steeve Jobs, Bily Gates geldi. Onlar da üniversite eğitimini yetersiz ve gereksiz bulup üniversitelerini terk etmemişler mi idi?
Elinize sağlık
Çok güzel ve yerinde tesbitler için teşekkür ederim. Emeğinize sağlık…
Bu güzel çalışma ve tesbitler için teşekkür ederim. Emeginize saglik…
Cesaretli ve yol gösteren bir yazı. Mış gibi yapılan işler. Ogrenci sınavla girdi mi okula tamam. Er yada geç bitirir. Ihtisas baslayan hekim yine ne olursa olsun bitirir. Itiraz eden huysuz olur. Lise üstü lise eğitimine üniversite deniyor.
Elinize, yüreğinize sağlık Sayın Hocam. Değindiğiniz konular eğitimin her kademesinde yaşanmaktadır.