Sıcak Ölüler
Ölüm her aklına geldiğinde ah edip vah edip inleme, bu halinle Tanrıyı incitmiş olacaksın.
Ecel kapını çaldığında evi telaşa verme,
o geldiği zaman sen gitmiş olacaksın.
(Anonim)
Bu haftaki Medimagazin’de Sağlık Bakanlığı’nın, beyin ölümü raporu verilen hastaların yaşam destek ünitesinden çıkarılıp çıkarılmaması karanını aile onayına bırakan yasada değişiklik yapma hazırlığı ile ilgili bir haber var. Bu da yetmiyormuş gibi, hazırlanılan yeni yasa taslağında, beyin ölümü raporu 4 uzman yerine 2 uzman onayıyla verilecekmiş. Habere göre Organ Nakli Koordinatörleri Derneği kurucularından Dr. Engin Çelik, “Kanuna göre, beyin ölümü olunca yakınlarına önce organ bağışı yapıp yapmayacakları soruluyor. Aile ‘hayır’ dediğinde hekimler, ‘O zaman yaşam destek ünitesinden çıkaralım mı?’ diye sormak zorunda kalıyor. Böyle olduğunda aile, sağlık personelini kişi ölmeden organlarını almaya çalışmakla suçluyor” demiş.
Haberi hazırlayan muhabir arkadaşımız beni arayarak konu hakkındaki görüşümü istedi, ben de; “Bunun yersiz ve yanlış bir çaba olacağını, aile onayını yasadan çıkarmanın organını bağışlamış kişilerin kurtarılması için hekimlerin yeterince çaba harcamadıklarına dair hasta yakınlarının şüphelerini kuvvetlendireceğini, bunun tıbba ve hekimlere olan güveni sarsacağını ve bu yasanın, zaten az olan organ bağışı sayısını azaltacağını” söyledim. Ancak konunun önemine ve beyin ölümü ile organ nakilleri konusundaki ciddi kafa karışıklığına binaen bu haftaki yazımı bu konuya ayırmak istedim. Yazının devamında her biri bilimsel dergilerden alınmış bazı bilgiler ile bazı kanaatlerimi dile getireceğim.
* Beyin ölümü kavramı 1968 yılında başarılı kalp nakli ameliyatlarının yapılmasından sonra Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından ortaya atılmış ve bugün tıp çevreleri ve hükümetler tarafından hüsnükabul görmüş, 20. yüzyılın en büyük yanılgısından birisidir.
* Beyin ölümü kavramının organ nakillerine ‘malzeme’ sağlama ile yoğun bakımdaki belli hastaları ‘sessiz gemi’ye vakitsizce bindirme dışında hiçbir pratik faydası bulunmamaktadır.
* Beyin ölümü teşhisi koyulan hastalar organları alınana kadar ‘yaşam destek makinesi’nde tutulur, idrar takibi yapılır, enfeksiyon ihtimaline karşı antibiyotik verilir, hatta kalbi durursa kalp masajı yapılır.
* Eğer anestezi yapılmazsa, beyin ölümü gerçekleşen hastalar organları alınırken neşter darbelerine tepki verir ve kan basıncı ile kalp atımı belirgin şekilde yükselir. İngiltere’de Norfolk ve Norwich Hastaneleri uzman anesteziyoloğu Dr. Phillip Keep 19 Ağustos 2000 tarihli Guardian gazetesine verdiği beyanatta “Beyin ölümü gerçekleşmiş kişinin organlarını alırken bıçağı vurduğunuzda nabız ve kan basıncı fırlar. Eğer hastaya anestezi vermezseniz hasta kımıldamaya başlar, kıvranır ve ameliyat etmek imkansız bir hal alır” demiştir.
* Literatürde beyin ölümü teşhisi konulan hamile kadının aylarca bu durumda kaldığı ve sağlıklı bir bebek dünyaya getirdiği ile beyin ölümü gerçekleşen bir çocuğun ‘yaşam destek makinesi’ne bağlı olarak ve gerekli beslenmesi yapılarak 14 yıla kadar hayatta kaldığı rapor edilmiştir.
* Beyin ölümü teşhisinde hata yapmak mümkündür. Örneğin GuillianBarre sendromu, hipotermi ve bazı ilaçlar ve toksinler beyin ölümü belirtileri verebilmektedir.
* Beyin ölümünün mutlak ölüm olduğunu savunan yazarlarının en temel savlarından birisi, beyinin bedendeki “en üst düzenleyici” olduğu, onun geri dönüşümsüz olarak hasarlanması ile yaşamın da sona ermiş olacağıdır. Oysa en az beyin kadar, kalp, karaciğer, böbrek ve diğer organlarda bedensel bütünlüğün ve hayatiyetin devamı için şarttır. Bunlardan her hangi birisinin “ölmesi” de diğer bütün organların iflası, dolayısı ile canlının hayatının sona ermesine yol açar.
* Kaliforniya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Pediatrik Nöroloji profesörü Shewmon, beyin ölümü kriterleri savunucularının temel dayanaklarından birisi olan, beyinin “bedenimizi bir arada tutan ana unsur” olduğu iddiasının tamamen tartışmalı olduğu, çünkü beyin ölümünün bedenin “dağılmasına” neden olmayacağını, dolayısı ile, klinik beyin ölümü durumunun ölümün biricik belirteci olarak tanıda kullanılmaması gerektiğini söylemiştir. Bedenimizi ‘bir arada tutan’ unsur kalptir. Ancak kalp öldüğü zaman, veya bedeni terk ettiği zaman beden ‘dağılır’.
* Yıllar geçtikçe organa ihtiyaç duyanların sayısı ile organını bağışlayanların sayısı arasındaki farkın daha da açılması, bütün çabalara rağmen ne dünyada ne de ülkemizde insanların beyin ölümünü gerçek ölüme denk görmediğini, bu yüzden de organını bağışlamadığını göstermektedir. Avrupa’da organ bağışlama oranı %15-20 iken, Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de %1’de kalmaktadır. Türkiye genelinde 2002 yılında 1073, 2003’de 984 kişi organ bağışlarken, Ankara’da 2002’de 77, 2003’de 43, 2004’de 9 kişi organını bağışlamıştır. Yine Sağlık Bakanlığı’nın internet sayfasında 2005 yılında yayınladığı verilere göre organ bağışlarının oranı ilden ile de farklılık göstermektedir. Organ bağışlarının %21.8’i İzmir, %13.4’ü İstanbul, %8.3’ü Aydın, %6.8’i Denizli’den yapılırken, Şanlıurfa’nın da içinde bulunduğu pek çok ilde son 2 yıl içinde hiç organ bağışı yapılmamıştır.
* 29.05.1979 tarih ve 2238 sayılı “Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun”un 5. maddesi “On sekiz yaşını doldurmamış ve mümeyyiz olmayan kişilerden organ ve doku alınması yasaktır” der. Ancak ülkemizde on sekiz yaşın altındaki beyin ölümü gerçekleşmiş kişilerin organları, bu yasağa rağmen, hekimlerin teşviki ve anne-babalarının onayı ile alınır ve medya da bunu ‘çarşaf-çarşaf’ haber yapar.
* Mevcut pek çok bilimsel veri ile beyin ölümünün mutlak ölüm olmadığı son derece açıktır. Aslında beyin ölümü sadece, böbrek yetmezliği veya karaciğerin iflası gibi bir prognoz göstergesidir.
* Beyin ölümü tanısı konulan hastalardan alınan organlar, esasında halâ canlı olan, kalbi atan, yardımla bile olsa nefes alıp-veren, kan dolaşımı devam eden, insan sıcaklığını taşıyan, hatta belki de ağrı duyan insanlardan alınmaktadır.
* Öyleyse, daha fazla organ kaynağı oluşturmak adına bu ‘varsayımsal’ ölüm tanımından vazgeçilmesidir. Eğer beyin ölümünün mutlak ölüm olduğu varsayımına devam edilecek ve bu hastalardan organ alınmaya devam edilecekse en azından organ bağışı yapan kişilere ve kamuoyuna, onlara organları alınırken anestezi (ve analjezi) verilmesi gerektiği, aksi takdirde irkilme ve kıvranmanın söz konusu olacağı, nabız ve tansiyonlarının yükseleceği söylenmelidir. Aksi takdirde, organlarını başkalarının yaşamını kurtarmak için verme fedâkarlığında bulunan bu insanların uygun şekilde bilgilendirildiğinden söz edilemez. Bu haksız bilgilendirmeme ve samimiyetsizlik devam ettiği sürece insanların gönül rahatlığı ile organlarını bağışlamalarını beklemek boşunadır. Sağlık Bakanlığı’nın hazırlık içinde olduğu yasa değişikliği de toplum nazarındaki şüpheleri artırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.
Haftaya: Organ nakline karşı mıyım? Organ yetmezliklerinin tedavisinde ne öneriyorum? Kişilerin canlıyken veya öldükten sonra organlarını bağışlamasını teşvik için neler yapılmalı?