4.6. DOĞUDAN BATIYA BİLİM TRANSFERİ
Okuyucumuz bir Beyefendi “Medreselerden batıya yapılan fikir ve inovasyon ihracatının, RÖNESANS üzerine etkileri olmuş mudur?” şeklinde bir soru yöneltmişler.
“İslam Bilim Adamları” diye bir yazı serimiz vardı. Muhtemel bir kitapçık olarak neşredilecektir. Burada bizde neler yetiştiğini elimizden geldiği kadar özet olarak dile getirdik.
Biz bu yazı serisinde ülkemizdeki eğitim ile ilgili düşünceler ortaya koyulmaktayken, geçmiş tarihimizde eğitim nasıldır diye talep üzerine bir başlangıç yaptım. Konunun uzmanları bunu ele almalıdırlar. Ben literatürden aktarmaya çalışıyorum.
Soruya kısmen değinebilmek için birkaç misal aktarmak istiyorum. Sonunu da takdirlerinize bırakacağım.
Resûl-i Ekrem ASM döneminde Medine’de Kur’an öğretiminin yapıldığı eve dârülkurrâ adı verilmektedir. Bu evin medreselerin doğuşunda bir başlangıç olduğu ileri sürülmüştür (Ali b. Muhammed el-Huzâî, s. 80; Abdülhay el-Kettânî, I, 138).
Doğu İslâm uygarlığının yükselmesinde, medreseler, İslâm dünyasının altın çağının kurumları olmuşlar. Yavuz Sultan Selim döneminde eğitimcilere ve eğitime gösterilen önem, Kanuni zamanının Süleymaniye Külliyesi, medreselere verilen önemi ve ayakta tutmak için gösterilen gayretleri göstermektedir.
Medreseler en ilgisiz dönemleri II. Abdülhamit yönetiminin siyasi karışıklıkların olduğu son 10 yıllarında yaşandığı söylenmektedir.
Müderrisler maaş ve ödenek almayıp, başka işlerinden boş kalan zamanlarda bu işi “Allah rızası için” yapmaktadır.
Celâl Nuri Bey de medreseleri birer “Darülfünun” olarak niteleyip, en büyük İslâm Dârülfünunu’nun Mescid-i Haram çevresinde bir yere kurulmasının iyi olacağını, yeni İslâm felsefesinin Mekke’den doğacağını ve oradan yayılacağını bildirmektedir. (Celâl Nuri: “Ittihad-ı İslâm”, İstanbul 1331, s. 318)
Köprülüzâde Mehmet Fuat ise medreseleri çağın gereklerine uygun yeni fikirler doğuran ve yayan birer “Dârü’l ilim” haline getirilmesi önerilmektedir. (Köprülüzâde Mehmet Fuat)
Gökalp, yıl belirlemesi yapmadan medreseleri, idadi düzeyindeki “Ulûm- u Aliyye Şubesi ” ve yükseköğretim düzeyindeki “Ülûm-u Aliyye Şubesi ” olarak kademelendirilmektedir. (Gökalp, s. 116.)
Anadolu Selçukluları Anadolu’da bir şehri fethettiklerinde ilk iş olarak orada cami, medrese, zâviye inşa ederek tüccarları, din adamlarını ve Türk nüfusu buralara yerleştirmişlerdir (Turan, Selçuklular Tarihi, s. 357).
Medrese Osmanlılar döneminde sıbyan mektebinden sonra orta, lise, yüksek okul ve üniversite eğitimine tekabül eden, İslâmî kimliği sebebiyle sadece müslümanların devam ettiği bir eğitim kurumu özelliği taşımaktadır.
Osmanlı Beyliği’nde ilk medrese olarak Orhan Gazi’nin 1331’de kurduğu, İznik Orhaniyesi adını da taşıyan İznik Medresesi gösterilmektedir (Âşıkpaşazâde, s. 119; Neşrî, I, 63).
I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed, II. Murad ve bunların devlet ricâlinin yaptırdığı yirmi bir medrese ile Bursa cazip bir ilim merkezi olmuştur.
1361’de Edirne’nin fethiyle medrese tarihinde yeni bir safha açıldı. Burada Çelebi Mehmed devrinde iki, II. Murad döneminde dokuz yeni medrese tesis edilmiştir. Kuruluş yıllarından itibaren 1326-1451 devresinde seksen dört medresenin yapıldığı tesbit edilmektedir.
Bunlardan on biri Orhan Bey, sekizi I. Murad, yirmisi I. Bayezid, yedisi I. Mehmed, otuz yedisi II. Murad zamanında kurulmuş, bir medrese de fetret döneminde inşa edilmiştir. Bunun elli üçü Anadolu’da, yirmi dokuzu Rumeli’de ve ikisi Kudüs’tedir. (İhsanoğlu, LXVI/247 [2002], s. 897).
Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethiyle başlayan yeni dönemde en önemli olarak; 875 (1470) yılında tamamlanan Fâtih Külliyesi içerisinde sekiz medreseden oluşan Sahn-ı Semân (sekiz avlu) ve bunların bir sıra gerisinde yer alan sekiz Tetimme Medresesi tesis edilmiştir. Bu medreseler müfredat programı ile bir yüksek öğretim ve araştırma kurumu özelliği kazanmıştır.
Sahn-ı Semân’dan bir asır sonra inşa edilen Süleymaniye Külliyesi (1550-1557) özellikle medrese-i evvel, sânî, sâlis ve râbi‘ isimleriyle dört medrese, bir tıp medresesi ve dârüşşifâ ile dârülhadisten oluşmakta ve Osmanlı Devleti’nde eğitimde varılan en yüksek noktayı temsil etmektedir.
XVII. yüzyıl ortalarında sadece sur içi kesiminde 122 medresenin bulunduğu, Fetihten XX. yüzyıl başlarına kadar İstanbul’da da yüzlerce medresenin kurulduğu bilinmektedir.
Bazı yabancı seyyahlar da Anadolu şehirlerindeki medreselerden övgüyle söz etmekteler. Amasya’ya gelen Perrot, 1861’de buradaki medreseyi ve eğitim hayatını gördüğünde Amasya’yı Anadolu’nun Oxford’u diye nitelemiştir (Souvenirs d’un voyage en Asie Mineure, s. 453).
Müderris İslâm dünyasının Gazzâlî, Ebû Hafs en-Nesefî, Adududdîn el-Îcî, Sa‘deddin et-Teftâzânî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Kādî Beyzâvî, Zemahşerî ve Râzî gibi üstadlarının klasik metinler haline gelmiş olan Arapça kitapları takrir etmekte (anlatmakta), tartışmalar, soru-cevaplar Türkçe olmaktadır.
Osmanlı öncesi dönemde yazılmış eserler olmakla birlikte içlerinde Molla Fenârî’nin Fuṣûlü’l-bedâyiʿi, Molla Hüsrev’in Dürerü’l-ḥükkâm ve Ġurerü’l-aḥkâm’ı, ayrıca Mirḳātü’l-vüṣûl ile bunun şerhi Mirʾâtü’l-uṣûl’ü, Molla Gürânî’nin Ġāyetü’l-emânî ve Ebüssuûd Efendi’nin İrşâdü’l-ʿaḳli’s-selîm adlı tefsiri, Birgivî’nin nahivden ʿAvâmil ve İẓhârü’l-esrâr’ı, İbrâhim b. Muhammed el-Halebî’nin Mülteḳa’l-ebḥur’u gibi Osmanlı âlimleri tarafından yazılanları da bulunmaktadır.
XVII-XVIII. yüzyıllarda medreselerde İshak Tokadî’nin Manzûme-i Tertîb-i Ulûm’u, Saçaklızâde Mehmed Mar‘aşî’nin çok kapsamlı ve sistemli Arapça Tertîbü’l-ʿulûm’u, Müderris Ali Uşşâkī’nin Kasîde fi’l-kütübi’l-meşhûre fi’l-ulûm’u, bir heyet tarafından hazırlanan Kevâkib-i Seb‘a ve Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın Tertîbü’l-ulûm adlı eserleri sayılmaktadır.
Genel olarak Fahreddin er-Râzî ekolünün medrese eğitim sisteminde büyük etkisi olmuş, Molla Fenârî, Molla Yegân, Hızır Bey ve sonraki ulemâ ile bu ekol sürdürülmüştür.