Bugünlerde üzerinde en çok durduğum, pek çok yerde anlattığım ve adını da “80/20 kuralı” koyduğum bir tespitimden söz etmek istiyorum. Bu kural, doğru karar alabilmek için “toptan süpürüp almanın veya toptan süpürüp atmanın yanlışlığını ortaya koymakta ve mümeyyiz/seçici olmanın önemine” vurgu yapmaktadır.
Zira Âdemoğlu, hayatı boyunca her gün sürekli kararlar almakta, “birileri” ya da “bir olay” hakkında hüküm vermekte, ancak genellikle de “sığ bir bakış açısıyla veya mensubiyet duygusuyla” hareket ettiği için çok ama çok yanlış kararlar verebilmektedir.
Bu itibarla, hayatının her anında karar vermek durumunda olan ve aldığı her karardan hesaba çekileceği aşikâr insanoğlu, doğru karar verebilmek için “sağlıklı bir bakış açısına” sahip olmak zorundadır. İşte bahse konu bu kural, sağlıklı bakış açısının nasıl olması gerektiği yönünde düşünenlere bir nebze de olsun ışık tutup yol gösterebilecek mahiyettedir.
Şöyle ki, akıl ve sorumluluk sahibi her insan karar verirken karşı tarafın da artı ve eksilerini bir arada değerlendirmek, meseleye bütüncül bakmak zorundadır. Aynı şekilde ait olduğu cemaat/tarikat/parti/takım/mezhep/aşiretin vs. de pozitif ve negatif yönlerini bütünüyle görmek, resmin tamamına bakmak ve kararını ona göre vermek durumundadır.
Mesela kendi cemaatinin -Kur’ân ve sünnetin ilkeleri ekseninde bakıldığında- “seksen yanlışı ve yirmi doğrusu” varsa ve karar alacak kişi bu yanlışlara hiç bakmadan hep yirmi doğruyu esas alarak karar veriyorsa bu sağlıklı bakış açısı ürünü olmadığı gibi, alınan karar da asla adil ve isabetli bir karar olamayacaktır. Zira eleştirdikleri karşı tarafın “seksen doğrusu ve yirmi yanlışı” vardır ve bu seksen doğruyu görmeyip sürekli onların yirmi yanlışına dikkat çekmek, onu gündemde tutmak, zihinlerde yanlış algılar oluşturmak, mağdur edebiyatı yapmak ve seçici olmamak büyük bir zulümdür; muhalif olmak adına gerçekleri görmemektir. Bu ise, şeytanca yaklaşımdır ve son derece yanlıştır.
Dolayısıyla yapılması gereken seçici hareket emek, seksen doğruyu görmek ve yirmi yanlışı düzeltmek için hukuk içinde kalarak karşı tarafla aktif mücadeleye devam etmektir. Belden aşağı vurarak, adaletten ayrılarak, kin ve garezle hareket ederek karşı tarafa toptan saldırmak, yok etmek için iftiralar atmak, kâfir ve münafıklarla işbirliğine girişmek, dinî kavramları istismar etmek doğru değildir. Zaten böyle yapanlar kısa vadede kazansalar da hep uzun vadede kaybetmişlerdir. Zira tarih bunun ibretlik öyküleriyle doludur.
Diğer taraftan doğruları fazla olan şahıs da seksen doğrusunu devam ettirmek ve yirmi yanlışını düzeltmek için çaba sarf etmelidir. Bu kimsenin kendi yanlışlarını görmeyerek her zaman ve zeminde tamamen haklı olduğunu söylemesi de doğru, inandırıcı ve ikna edici değildir. Bu kişi söz konusu yanlışlarını düzeltmeli ve kusurlarından/pisliklerinden arınmış bir şekilde hizmet etmeye devam etmelidir.
Öte yandan eksiklerini, hatalarını ve kusurlarını itiraf ederek yirmi yanlışı düzelteceğine söz veren ve sonra da bunun gereğini yapmaya başlayanları hâlâ suçlu göstermek uygun olmadığı gibi böyle yaparak kin, nefret ve düşmanlığı körüklemek de haddi aşmaktır. Yüce Allah’ın haddi aşanları sevmediği ise bilinen bir gerçektir.
Bu itibarla daha önce de ifade ettiğimiz üzere bazı sahâbîler, Hz. Peygamber’in ölümünden hemen sonra söz konusu “80/20 kuralını” göz ardı etmiş ve çok yanlış kararlar almışlardır. Mesela Cemel ve Sıffin Savaşları, Harre vakası, Kâbe’nin mancınıklarla yerle bir edilmesi, Kerbela faciası vs. olaylar ve buralarda on binlerce insanın öldürülmesi buna örnektir.
Bu iç savaşlarda her iki taraf bir karar vermiş ve saflarını belirlemişlerdir. Birilerinin zalim, diğerlerinin ise kendilerini savunmak durumunda kalan mazlum ve mağdurlar olduğu açıktır. Çünkü bir taraf haddi aşmış ve menfaatleri icabı ellerindeki imkânı kötüye kullanmış, hak ve adalet çizgisinden iyice uzaklaşmışlardır.
Şurası özellikle belirtilmelidir ki, bu savaşlar sahâbe ve tabiîn tarafından yani o dönemde yaşayan “insanlar” tarafından yapılmıştır. Yani; sahâbe de olsa “insan” insandır, beşerî zaafları vardır, çünkü şeytanî ses içindedir, imtihan olmaktadır, hiçbir kimse tamamen masum değildir. Bu nedenle her insan her zaman doğru kararlar vermeye çalışmak zorundadır.
Dolayısıyla bu ve benzeri büyük bilinen insanlar da söz konusu hatalı görüşleri nedeniyle eleştirilmeyi hak etmiştir. Zira onlar da yanılabilir ve bu gayet normal bir durumdur. Bu şahısları dokunulmaz kabul edip kutsamak, her söylediklerinde keramet aramak, onları tamamen tenkit dışı bırakmak doğru değildir. Bu nedenle “insanları takdir etmeye evet, ancak takdise hayır!” diyerek yola devam etmek en mantıklı ve akıllı çözüm olarak görünmektedir.
Bu bakımdan Kur’ân ve sünnetin ilkeleri ışığında ve ahlak kurallarına bağlı kalarak doğru kararlar almaya gayret edilmelidir. Çünkü “rehber ve kaynak”, hata yapabilen insanlar değil, “şaşmaz evrensel ilkeler” olmalıdır. Nitekim İslam toplumunun doğru kararlar alması en başta kendilerine fayda sağlar, her türlü kalkınmayı hızlandırır, gelişmeye ve ilerlemeye kapı aralar ve topluma güç katar.
Sonuç olarak, “80/20 kuralını” göz önüne alarak karar vermek, fotoğrafın tamamına bakmak, seçici olmak, insanları, olayları ve fikirleri hakkaniyetle değerlendirmek, böylece zalime de mazluma da (eşit mesafede durmak değil) “yardım etmek” hem bireye hem de müslüman topluma çok büyük katkılar/artılar sağlar. Aksi halde müslümanlar tefrikaya düşer, mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatçilik, particilik, ırkçılık, hizipçilik girdabına sürüklenir, birbirlerinin kuyusunu kazmaya devam eder ve felaket üzerine felaketlerin yaşanması kaçınılmaz olur. Bunun sorumlusu ise “80/20 kuralını” göz ardı ederek karar veren bütün müslümanlardan başkası değildir.