Bu yazımda sizlere, Ankara Tıp Fakültesi’ne giriş yılım olan 1968 ve sonrası ile ilgili anımsadıklarımı yazacağım. Sizlerle, bir övünç olarak paylaşacağım ilk konu, o yıllarda, (diğer fakülteleri bilmem), fakültemizde bir kitap satış bölümünün olmasıydı. Hocalarımızın yazdığı ve üniversitemiz tarafından basılmış olan kitapları, biz oradan ucuz olarak temin ederdik. Hatta Cumhuriyetimizin 50. yılında çoğu kitabın yeni baskıları da yapılmıştı. O tarihlerde yabancı kitaplar, İstanbul’da Nobel Kitabevi ile Ankara’da Bulvar Pasajı’ndaki Zeki Mumcu Kitabevi’nde satılırdı. Üç ciltlik, Sobotta Anatomi Atlasları’nı da Mumcu’dan temin etmiştim.
Bazı hocalarımız, ders notlarını teksirle çoğalttırarak, öğrencilere parasız dağıtılırlardı. Yabancı kitap alacak paramız olmazdı. Ben yine de, son sınıftayken, çok yararlandığım, Harrison iç hastalıkları kitabını alabilmiştim. Asistanlık döneminde, Ankara Tıp Fakültesi Kadın Doğum kliniğindeki kütüphanemizde, yerli ve yabancı kitapların yanında, yabancı dergiler de bulunurdu. İşlerden fırsat buldukça klinik kütüphanesine uğrardık.
Daha sonra görev yaptığım Gazi Tıp Fakültesi’nde, ne bir kitap satış bölümü ne de hastane içinde bir dergi alıp okuyabileceğimiz kütüphanemiz olmadı. Bir ara, yabancı dergilerin son sayılarının konulduğu okuma salonumuz olmuştu. O da, kısa süreliğine yapılmış geçici işler gibi bir süre sonra, yer darlığı bahanesiyle kapatıldı.
Seksenli yıllarda, Üniversite Merkez Kütüphanesi daha yeni kurulduğundan, aradıklarımızın çoğunu orada bulamazdık. O yüzden, daha çok Hacettepe kütüphanesine giderdik. Koca koca Index medicuslarda tarama yaparak, görevlinin eline bulup çıkarması için, bir liste verirsiniz, bir süre sonra memur, istediklerinizin yarısını bulabilirse ne ala. Dergilerin son sayıları asla bulunmazdı. Onlar ve yeni gelen kitaplar, belli hocalar tarafından çoktan alınmış olurdu. Yeni kitapların kütüphaneye alınmasını zaten ayni hoca istemiştir. Kütüphane müdürü, kitap geldiğinde telefonla hocaya haber verir ve kitabın son baskısı daha kimse görmeden, hocaya ulaştırılırdı. Kitabın yeni baskısı gelinceye kadar, kitap devamlı ayni hocada bulunurdu. Bunu nerden mi biliyorum. Kitapların arka kapağının içinde, kimde ve ne kadar süredir olduğu, tarihiyle birlikte yazılırdı da ondan. Kütüphaneden alınan yeni dergiler ve kitaplar, hocaların çekmecelerinde, kimse görüp okumasın diye, daima kilit altında tutulurdu.
Kütüphanede yaptığınız listeden, görevlinin bulup getirdiği dergilerdeki makaleleri, tek tek fotokopi çektirerek alırsınız da, öncesinde bazı zorlukları da aşmanız gerekirdi. Fotokopi için bile olsa, dergileri, kütüphane dışına çıkarmak yasaktı. Çaresiz kütüphanede fotokopi çektirmek için sıraya girer ver nazlanan görevlinin tafralarını da çekerdik.
Bir akşam yine makale bulmak için Hacettepe Kütüphanesine gitmiştim. Arabamı da karşıdaki Ankara Tıp Morfoloji binasını önünde bir zamanlar futbol oynanılan boş araziye bırakmıştım. Hava iyice kararmıştı. Dönüşümde bir de ne göreyim, arabamın bagaj kapısı açılmış, stoplar kırılmış, etrafında birkaç öğrenci konuşuyorlar. Meğerse, fakülte öğrencisi delikanlımız, alt sınıftan kız arkadaşına direksiyon öğretirken boş arazide bula bula gelip benim arabama çarpmışlar. Çaresiz, cana geleceğine, mala gelsin demiştim. Hatırlarlar mı bilmem, kulakları çınlasın kim bilir şimdi kaç yıllık doktor olmuşlardır.
Gelelim günümüze, her türden bilgi, kitap, dergi ve makaleler, dijital ortamda, internette. Gençler internette sörf yaparken, o bizim çektiğimiz sıkıntıları nerden bilsinler. Bilgi, her an her yerde olmasına rağmen, ‘biz, bilgiye ulaşamıyoruz’ diyenlere, artık ne diyelim.
Doktorların, özellikle asistanlarımızın çalışma koşulları eskisine oranla sanki biraz daha insancıl olsa da, iyi değildir arkadaşlar. Bir şeyler okuyup yazacak, soyunup giyinecek, dinlenecek, çay içip atıştıracakları özel yerlerinin olmaması. 24 saat nöbet sonrasında bile, sekiz saat daha çalışmak mecburiyetinde olmaları, hasta ve yakınlarının saldırıları, Demokles’in kılıcı gibi üzerlerinde sallanıp duran malpraktis uygulamaları, kongre, workshop katılımları, dergi ve kitapların aşırı pahalı oluşu, zorlu çalışma koşullarının ötesinde, maaşların yetersizliği de gençlerimiz üzerinde, bıktırıcı ve yıldırıcı oluyor.
Gelecekle ilgili kaygılar, mezun ol, doktor ol, mecburi hizmet, üst ihtisas yap ikinci mecburi hizmet. Sanki, kafalara indirilen katmerli darbeler gibi. Bu durumda, gencinden yaşlısına doktor akademisyenlerden ileri bir motivasyon beklemek, hayal olsa gerek. Ülkemizde, adalet, hürriyet, emniyet ve eğitimin durumu meydanda. Haksızlıklar, liyakatsizlik, enflasyon, gasp, darp, yaralama ve cinayetler almış başını gidiyor. Bu yüzden gençlerimiz de, harıl harıl Almanca ve İngilizce öğrenmeye çalışıyorlar. Fırsat bulunca da, insanca çalışıp, kadir kıymet bilinmeleri için yurt dışına, başta Almanya olmak üzere gelişmiş ülkelere gidiyorlar. Ülkemizde ‘giderlerse gitsinler’ diyen bir zihniyet hakim olduktan sonra, çalışarak üretecek gençlerimizden, daha fazlasını beklemeye hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Bilmem yanılıyor muyum.
4 yorum
Bu ortamda hizmet vermek çok zor katılıyorum gitmelerinide haklı buluyorum ama değerlerimizi kaybettiğimize çok üzülüyorum
Size tamamen katılıyorum. Nasıl bu hale geldik diye düşünüyorum.
Sayın hocam sizin gibi ben de Ankara Tıp mezunuyum. Bilmem genel cerrahi “fıçı” nöbetini hatırlatmama gerek var mı? İnsanoğlunun geçmişi kutsamak bir özelliği olduğu gibi günümüzü de insafsızca yermek hastalığı olabiliyor. Size bu hastalıktan acil şifalar diliyorum. Bence günümüz meslektaşlarımızın (hepsini tenzih ederim) kaybettiği en acı şey “meslek aşkı”dır.
Üniversitelerde bir kitap satış biriminin mutlaka ama mutlaka olması gerektiğini düşünüyorum. Ki evet ben de bir Ankara Ziraat mezunu olarak biliyorum bunu. Biz de de vardı ve zaten sanırım hala devam ediyor, ve hala o zamandan aldığım lisans kitaplarımı kullanırım…. yazınızı keyifle okudum hocam, düşündürücü güzel bir yazı olmuş emeğinize sağlık saygılar