Peşrev yapmadan hemen girelim söze. Stratejiyi belirlemek için doğru soru “İktidarda nasıl kalırız?” değil “İktidara nasıl geliriz?” olmalıydı. 14 Mayıs seçimlerinden sonra sorulması gereken soru buydu ama sorulmadı; ucuz atlattık meyanında derin bir nefes alınarak kalınan yerden yola devam edildi. Oysa hiç de ucuz atlatılmamıştı bu varta.
Bu konuya girmeden önce AK PARTİ’nin Türk siyasal hayatındaki yerini, rolünü ve çeyrek yüzyıla yakın bir süredir son yerel seçimlere kadar bükülemeyen bileğinin gücünün kaynağını nereden aldığını tezekkür etmemiz yararlı olacaktır. Zira ciddi bir güç kaybı yaşanıyorsa bu gücün devşirildiği kaynağa bağlanan beslenme damarlarında (tıbbi bir metaforla ifade edecek olursak Ak Parti’nin kalbini besleyen ana damarlarda) ciddi daralmalar hatta krize yol açabilecek tıkanıklar söz konusudur. Efor testi bunu işaret etmektedir. Teşhis için anjiyo gereklidir tedavide de ya stent takılacak ve hatta by-pass daha elzem olabilir. Neyse ki kriz geçirmeden sorunun farkına varıldı. Ama teşhis ve tedavide gecikilirse exutus ile sonuçlanması muhtemel ciddi bir kriz en geç 2028’de kaçınılmaz.
AK PARTİ’yi tarih sahnesine çıkaran, onu son seçimlere kadar adeta yenilmez başpehlivan ünvanıyla siyaset minderinde tutan hususları ana hatlarıyla hatırlamak yararlı olacaktır. AK PARTİ’nin yüreği kimin için atıyordu ve onu besleyen ana damarlar nelerdi? sorularına cevap aramakla başlayalım.
Asgari düzeyde de olsa demokrasiyle yönetilen yani, periyodik olarak yapılan seçimlerle iktidara gelinen ülkemizde bir siyasal partinin neredeyse çeyrek yüz yıl kesintisiz olarak seçimleri kazanması sıradan bir olgu değildir. Kimseyi defalarca üst üste kandıramazsınız. Burada bir gerçeklik söz konusudur. O gerçeklik de AK PARTİ’nin literatürde orta sınıf diye tesmiye edilen toplumsal kesimler bileşkesinin taleplerini karşılamada en sahici, en etkin adımları atmasıdır. Ayrıca burada açıklamaya gerek duymadığımız merkez sağ partilerin içlerinin boşalmasına yol açan 28 Şubat ve sonrası süreçte yaşanan ekonomik, kültürel ve siyasi anormallikler sebebiyle adeta yegane siyasal temsilci durumuna gelmesi ve bu temsilin gereğini son birkaç yıla kadar da başarılı bir şekilde yerine getirmesi hususudur. Şimdi kısaca ve maddeler halinde bu orta sınıf diye mütalaa ettiğimiz halk kesimleri bileşkesinin hususiyetlerini şöyle bir hatırlayalım:
- Bütün orta sınıflar gibi Türkiye’nin orta sınıfı da toplumun muharrik, gelişmeye ve yeniliğe hem açık, hem susamış; modern dünyanın nimetlerinden daha fazla istifade edebilmenin arzu ve ümidini taşıyan ve bu amaca yönelik çabasını azami sarf eden fertlerden oluşur.
- 12 Eylül sonrası Türkiye’nin dünyaya açılması, küreselleşme, iletişim ve ulaşımın hızlanıp ucuzlayarak yaygınlaşması, gecekondu af yasası vb gelişmeler bu sınıfın sözünü ettiğimiz arzularını daha da kamçılamış ve daha müteharrik kılmıştır. Seksenli yıllardan itibaren İstanbul örneğinde Kağıthane, Sultanbeyli ve daha sonra Başakşehir’e odaklanıldığında bu sınıfın alt sınıflardan aldığı destek ve katılımla da nasıl bir büyüme, gelişim ve değişim enerjisi sergilediği rahatlıkla görülebilir. Keza, Anadolu’da şehirlerin çehresini değiştiren gelişmelerin altında da aynı kesimlerin enerjisiyle karşılaşılır.
- Yeri gelmişken bu orta sınıfın diğer kesimlerle olan ilişkisini de ana hatlarıyla hatırlamak da yararlı olabilir. Kendilerine sunduğu hizmetle büyük iltifat görmüş bir gazetecinin “beyaz türkler” diye tesmiye ettiği üst sınıf mensupları, kendilerine rakip olarak gördükleri için orta sınıftan pek hazzetmezler ama bu sınıfın ürün taleplerinin tedarikçileri sıfatıyla, müşterilerinin zenginleşmesini de kerih görmezler. Yeter ki ülkenin genel yön ve yönetiminde, ülke sanayiinin büyük ölçekli ve stratejik alanlarındaki imtiyazlı konumlarına ve yaşam tarzlarına bir halel gelmesin.
- Alt sınıflar ise orta sınıfın gelişmesini kendilerine de sıranın yaklaştığının ontolojik öngörüsüyle her açıdan hoş karşılarlar. Sonuçta bu muharrik orta sınıf, alt sınıfları rakip değil destek alınacak bir güç olarak gördüğü için bu kesimlerle ittifak yapmakta bir zorluk çekmez. Öyle de oldu.
- Yapanların tabiriyle 28 Şubat postmodern darbesinin başarısı, bu sınıfa endişeye mahal yok rehavetini sağlamıştır. Oysa bütün o yapılanlar akan suya set çekmekten ibaretti. Su bir müddet durgunlaştı, ama bu durgunluk ona sele dönüşme potansiyelini de kazandırdı.
- Nitekim, 28 Şubat sürecinde aldıkları tavırla temsilcileri olduğu bu sınıfa sırt çeviren merkez sağ partileri darbecilerin gölgesinde kurdukları koalisyon hükümetlerinin ülkeyi krize sokmak suretiyle bentte oluşturdukları bu gedik; “surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes” nidalarıyla bu selin bendini yıkıp taşmasına, sel olup akmasına imkan verdi. İşte AK PARTİ bu muharrik sınıfın temsilcisi olarak ihdas edildi. Kısa zamanda bu akıntının debisiyle hızla yol alan bir gemiye dönüştü. İşte bu geminin kaptanlık köşkünde doğup büyüdüğü çevresi, ruhsatsız yaşadığı evi, yaşam tarzı, eğitimi, kültürü, entelektüel birikimi, acıları, sevinçleri, umutları, heyecanı, mağduriyeti ve “bu şarkı burada bitmez” dizesinde ifadesini bulan cesur söylemiyle bu orta sınıfın biçilmiş kaftanı demeye en layık ölçüde bir doğal lider bulunuyordu. Oturmuyordu, uzun boyunun da verdiği bir azametle dimdik ayakta duruyor ve gözleri ufka odaklanmıştı. Bu güne kadar hiçbir tayfanın ben daha uzağını görebilirim iddiasını terennüm dahi eylememesi bundandır. Ehli olan bilir, doğal liderler aynı zamanda Weberyen tabirle karizmayı mündemiçtir. İşte Recep Tayyip Erdoğan’a daima partisinden daha yüksek bir teveccüh bahşeden hususiyetin sırrını onun bu müstesna bileşkeyi haiz olmasında aramak gerekir.
- Bu orta sınıfın dininin İslâm olması analizimiz açısından ayırt edici bir husus değildir. Diğer bir ifadeyle diğer unsurlar sabit farz edildiğinde dinin farklı olması belirleyici bir etken olmayacaktır. Hangi din olursa olsun, orta sınıfın yani, geniş halk kitlelerinin dindarlık anlayışını temsil etmek yeterlidir. Bu da orta düzey bir dindarlık demektir. Bundan kellidir ki partinin kendisini muhafazakâr demokrat diye takdim etmesi bu orta sınıfı oluşturan kesimler tarafından ekseriyetle kabul görmüştür. Partinin ismiyle birlikte telakki edildiğinde gerek dost gerek düşmanlar tarafından adil olacak, kalkındıracak ve temel değerleri muhafaza ederek abartılmış bir dindarlık gütmeyecek diye algılanması için bu terkip yeterli olmuştur. Ambleminde bile kaygı uyandıracak bir şey yoktu. Derin araştırmaların sonucu değil, doğal akışın gereği suyla birlikte geldi; Çağdaşlığı çağrıştıran, Edison işi yanan bir lamba, hani Edison işi. Işığı kim sevmez ki, hele de ülkenin ufuklarının karardığı o günlerde. Uzatırsan Adalet ve Kalkınma Partisi; kısaltırsan AK PARTİ, yani alnımız ak, mazimiz temiz. Adeta “biz yolsuzluk atlarının parlayarak yoksullar üzerine sürüldüğü kriz arabasının ne sürücüsüyüz ne de tayfası” diye haykırıyor her haliyle. Bu arada dinin bu orta sınıfın diğer ülkelerdeki benzerlerinden daha büyük ve önemli bir işlev görmesini, önceki on yıllarda “Kemalizm”in en önemli ilkesi olarak telakki edilen laikliğin darbe gerekçesine kadar varan katı uygulamasına borçlu olduğu notunu düşmek gerek.
- AK PARTİ gemisinin çıkış müsaadesi alır almaz giderek artan şaşırtıcı bir hızla yol alması hayrete mucip olmuştur. Kimileri bunu kaptanın büyük bir şevkle küreklere asılmış olan tayfalara “durmak yok yola devam” diye tempo tutturmasına; kimileri özellikle Batıdan gelen dış destek rüzgarına; kimileri dibe vuran taşın yükselme ivmesine; kimileri “yürü ya kulum” nidasına mazhar olmuş kaptan-ı deryanın necip talihine bağladı. Hatta bu sonuncusuna bağlayanlar, şiirler yazıp medhiyeler dizdiler. Kaptanı mahcup edip, başını öne eğmesine sebebiyet verecek cinstendi bu “galiz” medhiyeler. Ama öyle olmadı, kaptan susturma mecburiyet hissetmedi bu muğannileri. kim bilir belki o da bir nebze de olsa mukniydi bu teşhise. (Bu satırların yazarı ilk defa o şarkıyı duyduğunda yüreğinin bir yerinde bir “cızz” hissettmişti ama bu bahsi diğer derecede özel bir hassasiyettendir) Bu tespitlerin her birinde kısmen haklılık payı bulunabilir. Ama geminin hızla yol almasının asıl saiki bunların hiç biri tek başına değildi. Asıl saik, geminin altında akmakta olan orta sınıf selinin debisiydi. Geminin rotası selin akış yönündeydi, aynı yönde esen rüzgâr şişiriyordu yelkenleri; kaptan ise dümeni akış yönüne kilitlemişti ve akıntıya karşı kürek çeken tayfaya ender rastlanıyordu. Evet kol övünmeye kapılmakta mazuren haklıydı, ama kesen kılıç, orta sınıf selinin artan debisiydi.
- İşte AK PARTİ ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan bu sınıfın taleplerini hem temsil hem de icraat açısından başarılı ve rakipsiz bir şekilde karşıladığı için bu güne kadar tarihi bir rekor kırarak üst üste iktidara geldi.
Peki ne oldu da 14 Mayıs seçimlerine ilk kez savunma pozisyonunda “iktidarda kalma” güdüsü ve yine ilk kez “iktidarı kaybetme” korkusu ile girildi ve 31 Mart’ta korkulan başa geldi. Seçim sonuçlarının yüzeysel bir analizi bile başarısızlığın asıl sebebinin muhalefet partilerinin performansı olmadığını göstermeye yetiyor. AK PARTİ kaybetti, ama muhalefetin kesin ve sürdürülebilir bir zafere ulaştığı henüz söylenemez. Bu yazının kaleme alınmasının gerekçesi işte bu “henüz” kaydıdır.
Gerçeğin anlatımı basittir: AK PARTİ kaybetme sürecine girdi çünkü bahsettiğimiz orta sınıfı bilhak temsil karakteri ve yine bu sınıfın genel menfaatlerini maksimize etme, taleplerini karşılama işlevinde ciddi zafiyetler göstermeye başladı. Bu zafiyetler zaman zaman ihanet olarak bile algılandı. Özellikle yürütülen ekonomi politikaları bu orta direğin beline adeta baltayla vurulduğu hissi uyandırdı. Balta baltaydı, darbeler de gerçekten acı veriyordu ama gel gör ki sapı çok tanıdıktı. Bir bildiği vardır, beraber yürüyüp, beraber ıslandığımız bu baltaya kuvvet veren elin dedi, teenniyle yaklaştı, ya sabır dedi ama darbeler kesilmeyip feryat sesleri karşılık bulamayınca sabır tükendi. Şimdi bu balta darbelerinin en önemlilerini sıralayalım:
- Pandemi sürecinin de katalizör etkisiyle daralan ekonomi ve hızla yükselen enflasyon en çok ve en çabuk orta sınıfı ve onlara bağlı olan yoksul kesimleri olumsuz etkiler öyle de oldu. Ama alınan tedbirler başarılı olmadı, olamadı. Yüksek enflasyonist ortamda özellikle devlet bankaları eliyle çok düşük oranlı faizle az sayıdaki bir kesime kredi verildi. Ancak, kredinin kullanımı takip edilmediği için ekonomide negatif yüksek oranlı faizle az sayıdaki kişilerin birden zenginleşmesi, yani haksız ve anlamsız bir servet transferi yaşandı. Servetin orta sınıfın genelinden alınıp ekonomik okur yazarlığı yüksek ama insaf ve vicdan katsayısı düşük bir azınlığa transfer edilmesi sonucu hasıl oldu. İktidar büyük ihtimalle bunu amaçlamamıştı ama sonuç böyle oldu. Daha da kötüsü aldığı krediyi dövize yatıranlardan bile bu krediler geri alınmadı. Sonuçta, Gini katsayısı “ben 1’e aşığım” deyip aldı başını gitti. Bu orta sınıfın erime sürecine girmesi demektir. Tedbir almazsan ne kadar ihtişamlı olursan ol buz gibi erimek işten bile değildir. Bunun için muhalefetin ateşine de ihtiyaç yoktur. Bilimsel, rasyonel ve hakkaniyet üçlüsüyle çevrelenemeyen ekonomi politik haksız kazancı önleme pratiklerini istisnai olarak gösteren bir iktidar algısını iyice besledi seçmenin sinesinde. Çeşitli ülkelerde yapılan bilimsel araştırmalar göstermiştir ki ekonomik krizin olmadığı dönemlerde yolsuzluk iddiaları seçmen davranışını etkilemez, ama ekonominin daraldığı kriz dönemlerinde en küçük yolsuzluk iddiası bile seçmen davranışını negatif etkiler. Bizde de öyle oldu. Tedbir alınmazsa turpun büyüğü heybede.
- Bu toplumun kodlarında hasır döşekte yatan Peygamber, yabancı heyetlerin ziyarete geldiklerinde kıyafeti ve mekanından ayırd edemediği derecede mütevazi ama bir o kadar da adalet timsali, şecaatli, heybetli bir Halife Ömer-ül Adil imajı vardır. İtibardan tasarruf olmaz sözünün hele hele halkın ekseriyetinin hayat pahalılığından bizar olduğu bir konjonktürde tedavülde tutulması şüphesiz seçmeni rencide etmiştir. Kamu görevlilerinin israfla mücadele ettiklerinin emaresi hissedilmeden seçime girildi. Kamu görevlilerinin bindikleri taşıtların büyük çoğunluğu yine kendi çıkardıkları taşıt mevzuatına aykırı idi. Sonuçta, halktan kopmuş, israf ve şatafat içinde bir iktidar algısı silinemedi. El değişen belediyelerde belediyeyi devralan muhalefet yöneticileri tarafından önceki yönetimin yaptığı, israf, usulsüz harcamaların çarşaf çarşaf dökülmesinin bu algıyı pekiştirerek kalıcı kılacağı unutulmamalıdır.
- EYT gibi ülke bütçesini ve Türkiye ekonomisini telafisi neredeyse imkânsız ağır bir yük altına sokacak bir düzenlemeye imza atıldı. Bu karar, “AK PARTİ seçim ekonomisi uygulamaya asla tevessül etmez” ilkesinin çiğnenerek iktidar için ülke ekonomisini zora sokacak uygulamalara girmekten çekinmeme şeklindeki Eski Türkiye Siyaseti klasiğine geri dönülmesi pahasına verildi. Üstelik bu karar, nüfus artışının durduğu doğurganlık oranının kritik eşik olan 2,1’in altına düşerek 1,9’a gerilediği yani Türkiye’nin zenginleşmeden hızla yaşlanmaya başladığı bir ortamda verildi. Yüksek enflasyonun durdurulamadığı bir konjonktüre denk gelmesi de cabası oldu. Yangına biraz da EYT benzini döküldükten aylar sonra alevlerin daha da yükseldiğini görmek şaşırtıcı değildir
- Ülke yönetiminde görevlerin, yetkilerin dağıtımı ve kamu işlerinin ifasında öyle bir performans sergilendi ki emanet, ehliyet, liyakat, adalet, tarafsızlık, tecrübe, hakkaniyet, haklı rekabet, şeffaflık, hesap sorabilirlik, hesap verebilirlik, yanlış yapanın cezalandırılması yalan söyleyenin diline biber sürülmesi gibi kavramlara hasret duyan seçmen sayısı giderek arttı. Liyakatsiz hatta ehliyetsiz, tecrübesiz kişilerin bürokrasinin önemli kademelerinde artan sayılarda istihdamının önlenememesi Dunning-Kruger sendromunu tetikledi, ortalık kifayetsiz muhterislerden geçilmez oldu. Kötü para iyi parayı kovar misali, iyi bürokratlar sırtlarındaki tekme işaretiyle tebarüz edilir oldular. Onur ve haysiyet bu tip insanların mümeyyiz vasıfları olduğu için ağlamadı, sızlamadı, ortalığı vaveylaya vermediler, sustular. Bu anlamlı sessizlik hayra yoruldu. Sükunet sağlamaya devam edildi.
- Orta sınıfın bir diğer özelliği kadınların giderek artan oranda iş hayatına girmeleri ve bu sınıf mensuplarının çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlama arzusunun yüksek olması nedeniyle eğitim ihtiyacının karşılanmasının sağlıktan bile daha önde tutulmasıdır. Özellikle nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu büyük şehirlerde ve metropollerde çekirdek aile yaygındır ve hane başına düşen kişi sayısı düşüktür. Bu husus, çalışan kadınların evde bir yetişkin olmadığı için çocuklarının bakımı ve güvenliği ihtiyacının karşılanması maliyetini arttır. Kreş, gündüz bakımevi, etüd salonu ve tam gün eğitim veren okul hizmetlerine olan talebi artırır. Bizde de öyle oldu. Ama bu ihtiyaçlar kabul edilebilir bir maliyette ve yaygın olarak karşılanamadı. Özel okulların aylık taksidi asgari ücretin üstüne çıktı. Muhalefetin özellikle İstanbul’da az sayıda açtığı kreşin siyasal etkisi ve getirisinin çok yüksek olması bundandır. İktidar eğitimin kalitesi bir yana bu taleplerin karşılanmasında ne güven verebildi ne de hatırı sayılır bir umut. Bu husus hasseten önemlidir, yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye nüfusu son yıllarda 1.9’a gerileyen doğum hızıyla yaşlanma trendine girmiştir. Tedbir alınmasa, ilerde oy verecek seçmen bulmakta da güçlük çekilecektir. Türkiye’nin bir numaralı beka sorunu nüfusunun artmamasıdır.
- Devlet yönetimi profesyonellik gerektirirken parti yönetimi ve teşkilat işleyişi sürekli canlı tutulan bir amatör ruhu gerektirir. Halkla parti yönetimi arasındaki bağlantıyı parti teşkilatı sağlar. Bu damardan kan yüksek bir debiyle, tabiri caizse delice akmalıdır. Dolayısıyla atalet, rutinlik, alışılagelmiş, yöntemlerin uygulanması bu delikanlıyı yaşlandırır. Sürekli yenilenme, halkla teması ve nabzın ölçümünde çeşitlendirilmiş, çoğaltılmış adeta kılcal damarlar veya kolleteral gereklidir. Tek damar yüksek kolesterolde, durgun akımda tıkanır. Sonuç öldürücü olur. Üye sayısı açık ara en fazla olan AK PARTİ’nin üye sayısının iki katı kadar bile oy alamaması, büyük illerde bile sırf yanlış adaydan dolayı seçim kaybedilmesi örnekleri bu damarlarda ciddi bir tıkanıklığın olduğunu gösteriyor. Yeni hatlar döşenmeli.
- Muhalefetin genel medyada kısıtlanması, bir taraftan mağduriyet ve kendilerinden korkulduğu hissini uyandırırken seçmeni de başta sosyal medya olmak üzere diğer araçlara yönelmeye zorlar. Alternatif medyada yalan, dedikodu, şehir efsaneleri, yapay zeka yaratımları çok daha fazla hale gelir ve erişim sayısını da katlar. Çünkü seçmenin bilgilenme talebi normal yollardan karşılanmamaktadır. Karnı tok adama yemek beğendirmek zordur. Gazze olayında hükumetin anlaşılmaz suskunluğu fısıltı gazetesinin etkisini ayyuka çıkarmasını sağlamıştır.
Tahlil ve önerilerimizi sıraladıktan sonra bir mesel ile sözü bitirelim. Adamın biri, kendi kullandığı tek kişilik hobi uçağıyla Afrika üzerinden geçerken uçağın motoru bozulur, zorunlu iniş yaparak kıl payı kurtulur. Bu sırada uçağın düştüğünü gören bir grup yerli, adama doğru koşmaya başlarlar. Adam üstünü başını toplayıp ayağa kalktığında kendisine doğru koşan bu kalabalığı görünce korkar ve “eyvah şimdi ayvayı yedim!” der. Fıkra bu ya bu sırada düzgün kıyafetli, ağzında pipo, entel görünüşlü siyasi danışman Temel ortaya çıkar ve “hemşerim henüz ayvayı yemedin” der. Adam Peki ne yapmam gerekir, adamlar bana doğru hızla geliyorlar ellerinde de mızraklar vs. var” diye sorar. Temel sakin ve kararlı bir edayla. “Biraz sonra hepsi burada olurlar. Onlar gelir gelmez en önde şu yüzü boyalı ve çok süslü giyinmiş biri var. Hemen onun elindeki mızrağı kap ve karnına sapla” diye cevap vermiş. Adam Temel’in dediğini yapmış mızrağı kapıp adamın karnına saplamış. Bunun üzerine yerliler adamı çembere alarak öfkeli bakışlarla silahlarını ona çevirmişler. Çember giderek daralırken adam soru dolu bakışlarla Temel’le göz göze gelmiş. Temel yine sakin bir edayla “İşte şimdi ayvayı yedin. Onlar seni kurtarmaya geliyorlardı. Ama sen onların reisini öldürdün, artık seni asla yaşatmazlar” diyerek merakını gidermiş.
Netice-i kelam: Kıssadan hisse, AK PARTİ 31 Mart seçimlerinde kaybetti ama henüz ayvayı yemedi. Eğer yukarıda ana hatlarıyla belirttiğimiz gibi kimin neyin temsilcisi olduğunu unutur, yanlışları yapmaya devam ederse işte o zaman ayvayı yiyecektir.
Bir küçük hisse daha: Demek ki ne imiş? Danışmanlarınızı seçerken dikkat edeceksiniz.
Bakalım hekim (melik) bu sefer tedavide hangi seçeneği uygulayacak?
a) Plasebo
b) Kan sulandırıcı
c) Stent
d) Bypass
e) Transplantasyon
2 yorum
Detaylı ve çok yönlü bir analiz ,çok teşekkürler bu yazıdan aynı zamanda muhalefet de ne yapmalı sorusunun cevabını bulabilir
“Okuyucu’dan” köşesi; bağımsız okuyucuların gönderdiği köşe yazılarından oluşur.
Okuyucu; yayımlanmasını arzu ettiği köşe yazısını, “Editöre Yaz” butonu üzerinden Akademik Akıl platformuna gönderir.
Okuyucular; köşe yazarları gibi, periyodik köşe yazısı gönderemez.
Okuyucudan gelen köşe yazılarının içeriği öncelendiğinden, yazar ismi yayımlanmaz.
Okuyucudan gelen köşe yazılarının içeriğinde, Akademik Akıl platformu taraf değildir.
Okuyucudan gelen köşe yazıları, yayın editörünün onayından geçtikten sonra yayımlanır.