Türkiye gibi bir ülkeyi ‘Başkanlık’ sistemi dışında bir yöntemle yönetmek zordur. Başkanlık sistemi, ne parlamenter demokrasiye, ne cumhuriyet rejimine, ne de kuvvetler ayrılığıyla çelişir. Yeter ki ‘istişare kökenli bir demokrasi’ yöntemiyle yönetilsin.
Yıllardır en büyük kurumdan en küçük kuruma kadar, devletçi bir anlayışla yönetilen Türkiye’nin iç dinamiklerinde yetki ve sorumluluk çatışmasını engellemek, teorik olarak mümkündür, ancak uygulamada geçersizdir. Ülkemizin kurumlarını yönetenlerin, yetkili olanları sorumsuz, sorumlu olanları yetkisiz bir dizaynla konumlandırılıp bu yapı ‘anayasa’ ve ‘yasalar’la da güvence altına alınınca çelişki, çatışma, tıkanıklık ve ‘israf’ın ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı ile hükümeti temsil eden Başbakanlık arasında çelişkili yapılanmanın doğuracağı sonuçlar her zaman beklenebilir. Kamuoyunun bilinç altına yıllardır yer eden ‘Devlet yönetiminde sorumlu başbakandır’ anlayışı, anayasal yetkisini kullanmaya kalkan Cumhurbaşkanının girişimiyle çatışma psikolojisi oluşturacaktır. Başbakanın, bu geleneği bilmesine karşın bir anlamda devletin denetim müdahalesine karşı çıkarken (çelişkili yapılanmanın sonucu olarak) devletin bütün kurumlarının çağdışı bir yöntem olan ‘Devletçilik’le yönetildiğinin farkında bile değildir.
Siyasi partiler, Yüksek Öğretim Kurumu, Diyanet Teşkilatı, Vakıflar Genel Müdürlüğü milletle devleti kucaklaştırması gereken temel dinamiklerdir. Ancak 12 Eylül’ün ‘Devletçi’ Anayasası, anayasadaki yetki ve sorumluluk çelişkileri, statükoyu koruyan kurumsal yapılanmaların varlığı devletle milletin kucaklaşmasını engellemektedir.
Türkiye’nin son geldiği noktada karşılıklı iyi niyet mesajları geliştirmek bilimsellik ve gerçeklikten uzaksa ülkeye yarar getirmez.
Bunun için: Öncelikle Anayasa, evrensel hukuk ilkelerini temel alan bir felsefeyle değiştirilmelidir. Partiler, lider kökenli irade ile değil, birey kökenli irade ile yeniden dizayn edilmeli ve anayasada yer almalıdır. Partilerin sayısı, halkın temel eğilimleri olan ekonomik ve sosyal görüşleri ile gelişmiş ülkelerde hayata geçen, toplumumuzda sosyolojik temeli olan liberal, sağ, sol kitleleri temsil eden yapılanmalar olarak sunulmalıdır. Ve devletle kucaklaşan halkın seçeceği bir başkan ve parlamentoyla ülke yönetilmelidir.
Not: Bu yazı Medimagazin’in 16 Şubat 2001 tarihli 33. sayısında yayınlanmıştı. Konunun güncelliği açısından yeniden yayınlamayı uygun gördüm.
18
önceki yazı