Anayasanın değişmesini kimler istiyor?
Halkın büyük çoğunluğu istiyor.
Partilerin büyük çoğunluğu istiyor.
Sivil toplum örgütlerinin büyük çoğunluğu istiyor.
Hukuk çevreleri istiyor.
Anayasa’nın değişmesini kimler istemiyor?
YÖK ve Rektörler Komitesi.
Endişelerini biliyorum ve de anlıyorum.
Ama “demokrasi” bu!
Yapacak bir şey yok.
Demokrasinin kuralları işliyorsa üreteceği ürünleri hepimiz paylaşmak durumundayız.
Yeni Anayasa yapmayı tartışma sürecine sokan siyasi irade yetkisini kullanıyor; doğaldır ki, sorumluluğunu üstlenmeyi de düşünmüştür.
Yapılması gereken, on binlerce bilim insanından oluşmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin bilim ordusu, bağımsız, bilimsel ve evrensel bakış açısıyla, “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti”nin maziden ibret alarak, hâlde istikbaline açılım getiren tartışmalara katılıp tarihi görevini yapmasıdır.
Siyasilere ışık tutmak, yol göstermek, yöntem önermek, her bilim insanının görevidir.
Milleti temsil eden parlamenter sistemin üyeleri de, bu iklimden yararlanıp doğru bir metodoloji ile önümüzdeki yüzyılı (en az) görerek “darbe Anayasa’sından” milletin
Anayasa’sına geçişi sağlamakla görevli olmalıdırlar.
Ne “Rektörler Komitesi”nin önerdiği Anayasa değişikliğinin ertelenmesi, ne de bazı çevrelerin “Kurucu Meclis” önerileri, üniversitelerin ve halkın ihtiyaçlarının önündeki engelleri kaldırıcı nitelikte görünmüyor.
Halkımız üniversitelerden 50-100 yıl sonrasını görerek çocuklarının yetiştirilmesini bekliyor.
Ve halkımız şunu da görüyor: Başörtüsü konusuna kilitlenmiş bir üniversite, bir jenerasyon sonrası ortaya çıkacak gelişme ve değişmelerin gerisinde kalacaktır.
Üniversite-sanayi işbirliğini gerçekleştiremeyen üniversite yöneticileri, nasıl ki sanayicinin üretim ivmesinin gerisinde kalmışlarsa, halka ters gelen her dayatma da onları aynı “kadere” taşıyacaktır.
Elli yıldır üniversiteyi meşgul eden “başörtüsü” sorunu, 1960, 1971, 1980, 1997 darbelerini yapanların bir jenerasyon (ortalama 20 yıl) sonrasını görebilme “feraseti” olsaydı, çoktan çözülmüş olacaktı.
Bilim insanları ve yöneticiler 100 yıl öncesini bilmeli 100 yıl sonrasını görmelidirler. “Gelecek 50 yıl” isimli kitapta yazar şöyle diyor: “Elli yıl öncesine bakalım ve o zamanki mühim soruların ne olduğunu saptayalım:
- Atom çekirdeklerini bir arada tutan güçlü kuvvetin niteliği nedir?
- Radyoaktif bozunumu sağlayan zayıf kuvvetin niteliği nedir?
- Evrene ilişkin Kararlı Durum modeli doğru mudur? Yoksa, Garnow ve uç noktadaki
başka kişilerin ileri sürdüğü gibi bir büyük patlama yaşanmış olabilir mi? - Protonların ve nötronların bir içsel yapısı var mıdır?
- Elektron her ikisinden daha hafifken, proton ve nötronun niçin sadece biraz farklı kütleleri vardır? Nötrino niçin kütlesizdir? Müon nedir ve sıralanışı neyin eseridir?
- Genel görelilik ve kuantum teorisi arasındaki ilişki nedir?
- Kuantum teorisini anlamanın doğru yolu nedir?
Yazar diyor ki: “İlk dört sorunun cevaplarını artık bildiğimizi güvenle ileri sürebileceğimiz görüşündeyim. Son üç soru üzerinde ise hâlâ çalışıyoruz”
Artık şu soruyu sorabiliriz: biz “darbe Anayasa’larının” en özgürlükçü olan 1961 Anayasası
ikliminde, altmışlı yıllarda “başörtülü öğrencileri”, geçirdiğimiz son elli yılın bilimsel sürecine entegre etseydik, “başını kaşımaya fırsat bulamayan” bilim emekçilerinin, üretecekleri bilgiyi yaşam tarzı haline getirmeleri kaçınılmaz olacaktı ve “başörtüsü korkusunu” da toplumsal literatürümüzden silmiş olacaktık.
Başını kaşımaya fırsatı olmayan üretici insanların, başörtüsünü “siyasi simge” veya başka bir araç olarak kullanmaları mümkün değildir.
ABD bunun en çarpıcı örneğidir.
Üniversitede başörtüsü konusunun çözümü bilimsel üretimdir. Üniversiteden dışlanacak insanlar bilim üretmekten kaçınanlar olmalıdır.
Bilimin ve demokrasinin geliştirip değiştirmeyeceği hiçbir insanoğlu yoktur.
Yeter ki bilim ve demokrasi ikliminde yaşama imkanı tanınsın.
Anayasa’lar bunu sağlamalı!