Dört yıl önce 24 Nisan 2006 tarihinde Sayın İhsan Doğramacı hakkında yazdığım yazıyı tekrar sizlerle paylaşırken, Sayın Doğramacı’ya Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı dilerim.
“Öyle anlaşılıyor ki, biz toplum olarak birşeyi eleştirirken “toptancı” nitelikli düz mantığı kullanıyoruz.
Eleştirilerimizde “analitik yöntem” yerine “köktenci reddiye” yöntemini (!) kullanıyoruz.
Bireyi olumsuz eleştirdiğimizde, tümüyle reddederek eleştiriyor, kurumuyla birlikte yok sayıyoruz.
Bireyi olumlu eleştirdiğimizde, yanlış yapma potansiyelinin de olabileceğini düşünmeden, “toptancı” durumumuzu değiştiremiyoruz.
Sonuçta, birey ile uğraşırken, kurumları yozlaştırıyoruz, kurumla uğraşırken bireyi kutsallaştırıyoruz.
Bu kısır döngüde çağı yakalamamız engellendiği gibi, çağ dışı kaldığımızı da gözlemleyemiyoruz.
Belki bu söylemler, 1981’den 1992 yılına kadar sürekli eleştirilen Sayın Doğramacı örneğinde daha da belirginleşiyor.
Öncelikle bilinmesi gereken (en azından benim kabul ettiğim), İhsan Doğramacı’nın birey olarak idealist, çalışkan, kurumsallaşmayı dünya görüşüne oturtan, insanların yeteneklerini kurumsallaştırmayı yöntem olarak kullanan, hayal gücünün “gücüne” inanan, çok yönlü bir bilim insanı olduğudur.
Sayın Doğramacı’nın hoşgörüsüne sığınarak yaptığım bu niteliksel tanımlama, bana göre Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın misyon ve vizyonuna en uygun yakıştırmadır. Benim jenerasyonum, üniversitede, Sayın Doğramacı’nın YÖK başkanlığı döneminde doçent ve profesör oldular. Bu nedenle Doğramacı’nın yönetim tarzı, yaklaşımı, bilimsel düşüncesi ve üniversite anlayışı bizim için (yaklaşık 10 yıl) sürekli eleştiri konusu olmuştur.
Her şeyi ideoloji adına reddeden 68 kuşağının sağcısı ve solcusu, 1980 darbesinin “dayağını” yiyince, darbenin ürettiği Anayasa ve Anayasa’nın desteklediği YÖK Yasası’nın seksenli yıllarda olumsuz eleştirilerin hedefi olması kaçınılmaz olmuştur. YÖK Yasası’nın mimarı Sayın Doğramacı olunca, darbecilerin kıyımına uğrayan sağ ve sol görüşlerin hedef tahtası olmaktan kurtulamamıştır. Artık Doğramacı’nın, üniversiteyi “doğraması”ndan tutun da, Nokta dergisinin “ünlü” olan kapak resmine kadar yapılmadık eleştiri kalmamıştır.
Darbeyi eleştirdik, Doğramacı’nın adı geçti; Anayasa’yı eleştirdik, Doğramacı’nın adı geçti; YÖK Yasası’nı eleştirdik, Doğramacı ile özdeşleşti.
Kurumu eleştirdik birey yara aldı, bireyi eleştirdik Doğramacı yara aldı.
Oysa bugün (Vatan gazetesi) ne diyor Doğramacı:
“Birinci sınıf insan yetiştirmek, bu amaç için çalışmak, bu amaç için yaşamak.” “Demek ki biz kafa olarak onlardan geri değiliz-Amerikalıları kastediyor-” “…devlet sisteminde, devlet mevzuatında özgür bir üniversite kurma imkânı yoktur.”
“Ben hep ne yapabilirim, diye düşündüm.”
“ABD’deyken en başarılı üniversitelerin devlet üniversitesi olmadığını gördüm.”
“ABD’de 3500 üniversite var.”
“Amerika’daki John Hopkins ve Stanford gibi en iyi özel üniversiteleri hep aileler kurmuştur.”
“Bugün vakıf üniversiteleri özgürdür.” “Bugünkü sistemde en yüksek düzeyde olan bir politikacının bile özellikle eğitimde devrim yapması kolay değildir.”
Buraya kadar Sayın Doğramacı’ya katılıyorum. Ancak “darbe” ile “devrim” kavramlarını karıştıran şu söylemine katılamıyorum: “Türkiye’de iki büyük devrim olmuştur. Biri Atatürk’ün 1933’teki Yükseköğrenim Devrimi, biri de YÖK’tür.”
Atatürk’ün 1933 Yükseköğrenim Devrimi, bir devrimin sonucu ortaya çıkan Anayasa’dan köken alan bir yasayla gerçekleşti; devrimci Anayasa devrim yasası üretebilir.
1980 Darbesi’nin Anayasa’sı ise reaksiyoner bir Anayasa’dır. Darbeler reaksiyoner hareketlerdir. Ürettikleri de reaksiyoner sonuçlar doğurur. Dolayısıyla ürettikleri yasalar da devrim yasaları olamaz.
Sayın Hocam, keşke siz halkın, darbesiz kendi özgür iradesiyle ürettiği bir Anayasa’nın hazırladığı iklimde, yeniden YÖK başkanı olabilseniz, biz de asistanlığa yeni başlamış olsak.
O zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversiteleri 25. yılında ABD’yi sollardı. Buna inanın.
Doksan bir yaşında eğitim devriminden söz eden Sayın Prof. Dr. İhsan Doğramacı’ya sağlık diliyor, saygılar sunuyorum.”