Alman filozof Karl Marx’a göre, toplumsal yapı ve değişimi etkileyen temel unsur ekonomidir. Ekonomik yapı sınıfları belirler. Böylelikle toplumda tabakalar oluşur. Farklı tabakaların çıkarları birbirleriyle ters düşer. Sınıflaşmanın olduğu bir ortamda sürekli çatışma ve savaşlar olur. İnsanlık tarihi, sınıf kavgalarının tarihidir. Kapitalist üretim tarzının sınıflaşmanın boyutunu daha da artırdığını savunan Marx, sosyalizmin teorisyenidir.
Marx’ın kapitalizm henüz çiçeği burnundayken bu sisteme bir alternatif olarak sunduğu sosyalist üretim tarzı, insan ihtiyaçlarının sınırlı olduğu anlayışından hareketle belirlenmiştir. Sosyalizm, ekonomik bir doktrin olarak kapitalizmden esas olarak ihtiyaç kavramında farklılaşmaktadır. Kapitalizmin sınırsız ihtiyaç anlayışının ve bunu böyle anlama sorumluluğunun karşısında sosyalist ideologlar, ihtiyaçların sınırlı olduğunu iddia etmektedirler (Kılıçbay, 1994).
Sosyalizmin ne olduğunu daha iyi ortaya koymak için komünizmin ne olduğundan işe başlamak gerekirse bu kavram aslında Batı’nın icat ettiği bir şeydir. Kavram Batı’da Marksizm’den çok önceleri doğmuş olan düşünceleri ifade etmek için ortaya konulmuştur. Bu bağlamda Marksizm, komünizmin kendisi ve tamamı değil komünizmlerden yalnızca biridir. Komünizm özünde tüm ütopyalarda yer alan ve çalışan sınıfların mutluluğa ulaştıkları bir merhalenin ifade biçimidir. Bu kavramın sonuncu anlamı ise Sovyetler Birliği ile Demokratik (!) Almanya, Romanya, Yugoslavya, Çin gibi diğer ülkelerde kurulan siyasal rejim ile bu ülkelerde bu rejimden sonra oluşan toplumsal düzeni ifade etmektedir. Olaya bu açıdan bakıldığında komünizm öldü diyenler, farkında olmasalar da doğmamış bir çocuğun öldüğünü söylemektedirler (Kılıçbay, 1994). Adına sosyalizm denilen sistemin, ilk kez sanayileşmenin yoğunlaştığı ve kapitalizmin olgunlaşmaya başladığı Batı Avrupa ülkeleri yerine, 1917 devriminden sonra Rusya gibi köylülüğün ağır bastığı bir ülkede uygulamaya geçirilmesi dâhi Marx’ın öngörüsüne aykırıdır.
1917 Şubat Devrimi’nden sonra fiilen iktidarı ele geçiren Lenin, bu dönemden sonra karşı devrimciler tarafından sabotaj ve saldırı eylemlerine maruz kalmış ancak buna rağmen Sovyet Rusya’nın kurucusu olarak 1922 yılında resmen iktidarı ele geçirmiştir. Lenin iktidarda kaldığı bu dönemde sabotaj ve saldırı faaliyetleri devam etmiş ve bu süreçte kendisine karşı iki kez suikast girişimi düzenlenmiştir. İkinci suikast girişiminde boynuna aldığı kurşunla yaralanan Lenin, vücudunun çeşitli yerlerinden art arda felç geçirmesi sonucu sağlığı giderek bozulmuş ve 1924’te hayatını kaybetmiştir.
İktidarda kaldığı dönemde Marksizm üzerine kurulmuş kendi doktrinini (Leninizm) hayata geçirme fırsatı bulamayan Lenin’in ölümünden sonra iktidara gelen Stalin, Sovyet Rusya’yı 1924’ten 1953’e kadar totaliter rejimle yönetmiştir. İktidara gelir gelmez üretim hedefini yükselten Stalin, bunun sonucunda Sovyetler Birliği’ni sanayi ülkesine dönüştürmek suretiyle amacına ulaşmış ancak bu durum arz- talep dengesinin bozulmasına ve ülkede temel ürünlerde kıtlık sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu sorun daha sonraki yıllarda Sovyet ekonomisinin kronik rahatsızlığı hâline gelmiştir (Özsoy, 2006).
Stalin döneminde Sovyetler Birliği ekonomisi, insan doğası ve ekonominin genel ilkelerine aykırı bir biçimde yapılandırılmıştır. Daha sonraki dönemlerde de Sovyet Rusya’da Stalin’in uygulamaları devam ettirilmiştir. Liberal ülkelerdeki piyasa ekonomilerine karşılık Sovyetler Birliği’nde devlet güdümlü ekonomik politikalar uygulanıyordu. Her bir vatandaşın ürünlere ne kadar ihtiyacı olduğunu bile devlet belirliyordu. Dünyada sosyalist rüzgarların sert estiği dönemde dolaylı da olsa bu türden uygulamaların (sosyalizm ve devlet kapitalizmi) yanlışlığını ortaya koyan psikolojik ekoller de ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de insancıl psikoloji olarak bilinen ekoldür.
Carl Rogers, Rolle May, Abraham Maslow gibi psikologların önderliğinde 1961’de kurulan bu ekolün temsilcilerine göre, insanın hayatını devam ettirebilmesi yiyecek, içecek, oksijen gibi temel gereksinimlere ihtiyacı vardır, ancak insan ihtiyaçları sınırsızdır. Hatta kapitalist ekonomi bunun üzerine kurulmuş, bu sistemde sınırsız insan ihtiyaçları, kıt kaynakları en etkin bir biçimde karşılanmaya çalışılmıştır. Sovyet Rusya ekonomisi ise insanların değil devletin ihtiyaçlarının sınırsız, kaynaklarının kıt olduğu bir anlayışla yapılandırılmıştır. Oysa Marx, böyle bir iddiada bulunmamıştı. Bu anlayış çerçevesinde şekillenen Sovyet Rusya uzaya insan yollayan ilk ülke oldu ancak bireylerin temel ihtiyaç maddelerini karşılayamadı. Uzay yolunda harcanan paralar ve ABD ile yaşadığı silahlanma rekabeti durumu daha da kötüleştirdi. Sosyalist sistem özünde adaleti amaçlayan bir sistemdi, ancak Sovyet Rusya bunun yerine kapitalizmin başka bir çeşidi olan devlet kapitalizmini uyguladı. Sovyetler Birliği’nin dağılma nedenleri hakkında birçok neden ileri sürülebilir. Bunlardan biri de ekonomi olarak gösterilmektedir. Genel olarak ekonomi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına neden olan temel faktör olarak bilinir ancak Sovyetler Birliği genel kanının aksine yoksul bir ülke değildi. Sovyetler Birliği dağılma sürecinin ilk yıllarında dâhi doğu bloku ülkelerine (müttefiklere) 44 milyar dolar yardım yapmıştı. Ekonomisi bozuk bir ülkenin yapamayacağı bir uygulamaydı bu. Rus halkının büyük bir bölümünün sefalet içinde yaşaması ise önemli bir sorundu ancak halkın gelir düzeyinin az olması, devletin gelir ve kaynaklarının kıt olduğunu göstermez.
Farklı bir sistem (devlet kapitalizmi) uygulamanın zorunlu bir sonucu olarak Sovyetleri oluşturan halklar göz ardı edildi. Despot devlet, çeşitli dinlere mensup olan ve farklı etnik kökenden gelen halkları sürü gibi yönetti. Bu sistem sayesinde Sovyet Birliği, devâsa ve askeri bakımdan güçlü bir ülke hâline geldi ancak halklar arasında armoni sağlayabilecek bir kültür inşa edemediğinden Sovyet Rusya kısa zamanda parçalanma sürecine girdi. Sovyet Rusya’daki çeşitli halklar, bir otobüsteki yolcular ne kadar uyum içindeyseler, o kadar uyum içindedirler. Diğer süper güç ise yeni bir kültür ve bilinç inşa ederek çok çeşitli kültür ve halkları bir araya getirmiş gibi gözükmektedir (Kılıçbay, 1994). Zamanla Sovyetler Birliği süper güç hâline geldi ancak aynı ölçüde hantal bir yapıya sahip olduğundan bir sumo güreşçisi gibi varlığını daha fazla sürdüremedi. Özetle Sovyetler Birliği Marksist ideoloji kökenli bir kültür inşa etmeye çalışmış ancak bunu başaramamış ve en çok da bu nedenle parçalanarak yeniden yapılandırılmak durumunda kalmıştır. Sovyetler Birliği’nde uygulanan düzen dâhi, kendi kültürünün ya da kadim bir kültürün bir ürünü olmaktan uzaktı ve Batı kültüründen gelen bir sistemin kötü bir kopyası niteliğindeydi. Bu anlatılar çerçevesinde değerlendirildiğinde Sosyalizm uygulanamadı. Sovyetler Birliği’nde uygulanan sistem devlet kapitalizmi ise yeni bir kültür inşa etmeye uygun değildi. Öte yandan devlet kapitalizmi, insan doğasına ve ekonominin ilkelerine de aykırıydı. Bu ekonomik sistem, Sovyet Birliği’nin dağılma sürecine girmesini daha da erkene aldı ve ülke parçalandı. Dolayısıyla sosyalizmin öldüğünü söyleyenler yanılıyorlar. Sosyalizm hiç doğmadı ki ölsün.
Kaynakça
Kılıçbay, M. (1994). Cumhuriyet ya da birey olmak. Ankara: İmge Kitabevi.
Özsoy, İ. (2016). Sovyet sisteminin çöküşünden tarihi ve evrensel dersler. Bilig, 39, 163-194
1 yorum
Çok net anlaşılır ve açıklayıcı bir yazı olmuş, kaleminize sağlık hocam