Bilim insanları ve araştırmacılar fiziksel dünyanın doğası hakkında binlerce yıldır yorumlar yapıyorlarken, 15. yüzyılda dünyanın hareketleri üzerine fikir beyan eden Galileo Galilei ve 16. yüzyılda Isaac Newton Fizik bilim alanında Mekaniksel süreçlerle ilgili somut ve deneysel uygulamalara dayanan teorilerini ortaya koymuşlardır. Müteakip 17. yüzyılda dünyaya gözlerini açan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.’leri çağdaşları gibi matematik, astronomi, anatomi, geometri, tıp ve sosyal bilimlerde içtimai hayata dair, çok önemli hem teorik ve somut uygulamalı fikirler ortaya koymuş, günümüz toplumlarının toplumsal barışa olan ihtiyaçlarına dair yol haritalarının bilimsel ayak izlerini çizmiştir. Bu kapsamda, toplumsal barışın tesisinin yeniden inşasına ait timsal uygulamaları en basit tarz ile fazla derinlemesine girmeden birer paragrafta başlıca felsefi, siyasi, ekonomik ve eğitim açısından kısaca değerlendirmekle içinde bulunduğumuz geçici, yapay ve izafi problemlere ait çözüm önerilerini irdeleyeceğiz.
Evrende sayısız gezeğen ve yıldızlarla birlikte hareket eden Dünyamızın yanısıra, Güneş’ten aldığı ışık parçacıkları sayesinde gecemiz ve gündüzümüz aydınlatılmış, bitki, toprak, gıdaların sahip olduğu enerji üzerinden yaratılmışların en hayırlısı olan insan hayatını bu ortamda devam ettirmektedir. Bu ahval içinde, bireyin ve oluşturduğu toplumun farklı coğrafyalarda elde ettiği doğal kazanımlar ve ihtiyaçlar neticesinde zamanın ve gelişen teknolojik ürünlere göre, iletişim ve ilişkiler ağı aynı oranda genişlemiş, ayrıca kültürler arasında kısmi gelir-gider farkındalıkları oluşmuştur. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde bahsi geçen kültürel farkındalıklar teknolojiye bağlı olarak baskı, zorbalık, kolaylık ve ortak güç birliklerini öngörmüş, farklı coğrafyalarda toplumsal kümelenmelere yol açmıştır. Örneğin, Avrupa Birliği üst yönetimi himayesinde Roma dönemlerinden kalan barbar uygulamaları, toplumsal barışın huzuru için yeniden yapılanma hedeflerini uygulamaya almış, halen yüzde yüz olmasa da kısmen bir barış ortamını sağlamış görünmektedir. Diğer bir örnek uygulama ise Osmanlı Devleti himayesinde yüzyıllarca farklı etnik ırkların, kültürlerin ve medeniyetlerin hayatlarını sürdürdüğü ortak bir payda yakalanmıştır. Şimdi içinde olduğumuz kültürel zenginlikler dahilinde toplumsal barışın yeniden inşasının etik anlayışların sağlanması ise felsefi boyutu nazara alındığında daha gerçekçi yansımalarının toplum üzerinde olacağı yadsınamaz bir geçektir. Eğer felsefi etik anlayışlara ait normlar, prensipler ve ilkeler Osmanlı Devlet Modelinde toplumsal barışın oluşmasında sağlandıysa ve halen benzer uygulama AB müktesebatı çerçevesinde Avrupa kıta ülkelerinde başarılı bir şekilde uygulanıyorsa, içinde bulunduğumuz komşu ülkelerin (Osmanlı Devleti yönetiminde 100 yıl öncesi aynı yönetim modelindeydik) benzer felsefi ilke, etik değerlerler uzlaşısı ile içinde bulunduğumuz coğrafyada mevcut farklı kültürel değerler tarihteki özgüvenlerini yeniden sağlayabilirler..
İslam’ın Büyük Alimlerinden olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.’leri, “Üstün veliler sırtlarına keçeden hırka giyen sultanlar ve bade içtikleri halde akılları gitmeyen yüce kişilerdir” demektedir. Günümüzde birey-toplum, şehir-ülke, köy-kasaba ve maddiyat-maneviyat çıkar ilişkisi çevremizdeki gündelik hayatın her sahasında kendini göstermektedir. Bu nedenle toplumsal barışın sağlanmasına yönelik ikinci önemli adım siyasi otoritenin uygulamaları olup, bu içerikte bireyin hayatındaki beklentileri ve ihtiyaçlarının uzun vadede planlanması, bütçelendirilmesi, istihdam edilmesi ve gelecek endişelerinin siyasi organlar tarafından uygulanması, sahadaki rasyonel dinamiklerin mevcut siyasiler üzerinden hayata geçirilmesi adımı olup bunun mevcut toplumsal barışın inşası ve idame ettirilmesi için gerekli bir süreçtir. İşte, mevcut tüm şartlar altında siyasi erkler toplumsal barışa yönelik gerekli dinamikleri sağlıklı bir şekilde ortaya koyabilirlerse, içtimai hayatta sürdürülebilir güven ortamlarını inşa edecekler ve geleceğe ışık tutacaklardır.
Üçüncüsü ekonomik boyut olup; bireyin ve toplumun sanayii devrimleri ile birlikte teknoloji esaslı üretim ve tüketim şartlarını yenilediği bir zamanda, eknomik boyut toplumsal barışın inşaasında sahip olunan yer altı, yer üstü, tüm kaynakların etkin ve verimli kullanılması yine en önemli adımlardan biri olacaktır. Örneğin, şehirlerin ulaşım altyapıları, yüksek hızlı trenler, deniz ulaşımları, havayoları, vb. doğal zenginlikleri barındırdığı nüfusun sağlıklı ve güven içinde olmasını sağlayacaktır. Toplumun tüm bireylerinin asgariden-azami seviyelere kadar sağlık, sosyal, huzur, güvenlik ve ekonomik ihtiyaçlarının planlanmasının yapılması ve uygulanması diğer en önemli faktörler arasındadır. Örneğin, ülkemiz üst yönetimi tüm vatandaşlarının her türlü gereksinimlerinin planlanmasını yapmakta, değişen şartlara göre önlemler alarak iyileştirmelerini sürdürmektedir. Sağlık alanında hizmete giren “Şehir Hastaneleri” bunlara en iyi örnekler arasında gösterilebilir.
Dördüncü adım eğitim çerçevesinde olup, bu noktada E. Durkheim, “Eğitim, yetişkin neslin genç nesil üzerinde etkisidir” olarak tanımlarken, ülkemiz mevcut eğitim-öğretim doktrinlerinin toplumun tarihsel derinlik ve taşıdığı özgün değerler dokusu esas alınarak tanımlanması ve tatbik edilmesi diğer bir temel unsurdur. Kısaca, içinden geçtiğimiz zaman diliminde dünya milletlerinin birbirlerine olan sosyal ilişkisi ve gündelik rutin süreçleri maddi ve manevi ilkeler çerçevesinde gelişme gösteriyor.Bu noktada, tevhidi-i tedrisat kanunu sonrasında yeni bir metodoloji ile Milli Eğitim süreci başlatılmış, genç nesillerin diğer ulusların bizden farklı olan teknolojik, sağlık ve sosyal alanlardaki ilerlemelerinin eş-zamanlı takibi sağlanabilmiştir. Ülkemizin şehir, ilçe, kasaba ve tüm köylerinde vatandaşlarına modern alt yapılı eğitim ve öğretim kurumları ile hizmet verdiği bariz olarak görülmektedir. Diğer bir örnek ise, her şehre birer Yüksek Öğretim Kurumu (Üniversite) sağlanarak bölgenin sahip olduğu kültürel, sosyal ve ekonomik potansiyelleri geliştirilmeye çalışılmış, bölgenin insanlarına eğitimde fırsat imkanı verilerek dünya ile bütünleşmesi planlanmıştır. Diğer bir örnek ise kamu üniversitelerine ek olarak özel eğitim veren özel Üniversiteler üzerinden tüm vatandaşlarının farklı taleplerine alan aç(ıl)mıştır.
Sonuç olarak, Ortaasya bozkırlarından Anadolu’ya ve Avrupa’ya kadar hakimiyet kurmuş bir yüce milletin sahip olduğu derin tarihi tecrübelerinden hareketle, kültürel bakış açımız tüm farklı etnik kökenleri daha iyi şartlarda güvence altında tutmak, geliştirmek niyeti ile toplumsal barışın hayata geçirilmesinde tarihten ders alınmalıdır. Gelinen noktada toplumun her bireyinin, tüm eğitim-öğretim kurumlarının ve mensublarının (Öğretmen, Öğretim Üyesi, İmam, Yöneticiler vb.), basın-yayın organlarının, resmi-gayri resmi etnik kökene dayalı kuruluşların, yabancı unsurların dahili faaliyetlerinin ve dini-mezhepsel otoritelerinin; “etnik kökene dayalı ve bölgesel farklılıklara bağlı siyaset” yap(ıl)maması ayrıca büyük hayati önem arz etmektedir. Konuyla ilgili olarak tüm süreçlerin irdelendiği ve planlandığı kurumsal “Toplum Bakanlığı” statüsü içtimai hayatın gereksinimlerini daha pratik çözerek tabana yansımasını hayata geçirebilecektir.
2 yorum
İlminiz bereketli, kaleminiz güçlü olsun hocam.
Güvenli Yarınlara Yönelik Güçlü Neslin Tesisi
Bu konu üzerine birçok akademisyen defalarca kalem oynattı. Herkes güçlü bir neslin temelini arzuluyor, anlatıyor, yazıyor. Eğitimden, ahlaktan, özveriden, beslenmeden, teknolojiden ve tarihten, dinden, imandan,… bahsediliyor. Aslında herkes benzer şeyleri anlatıyor, ama farkında olmadığınız bir şey var: Hayatınız boyunca obstetrik ve jinekolojik bilgiye hiç vakıf olmadınız, olamadınız. Toplumun temel sorunlarının çoğunun kökeninde bu alanın yattığını düşünmediniz bile, asla aklınıza gelmedi, zaten tüm yazılarda bu konu hiç yer bulmaz. Tıpkı Platon’un mağara alegorisindeki kürek mahkumları gibi, gerçeği hiç görmediniz. Çünkü size & diğerlerine bu konuda kimse bilgi vermedi, yazmadı, çizmedi… Konu mahrem olduğundan hiç de değinmemiş olabilirsiniz, es geçme yanlılığı … Siz jinekolog değilsiniz, o yüzden bu bilgilere derinlemesine sahip olamadınız.
Herkesin dilinde aynı şeyler: “İyi insan, güçlü nesil, ahlaklı birey, güçlü eğitimle şekillenen toplum…” Ama kimse çözümü bulamıyor. Herkes hâlâ sorunu tanımlıyor; bir milimetre farkla da olsa aynı yörüngede dönüp duruyor. Peki neden kimse gerçek nedeni görmüyor? Ya da görmek istemiyor?
Bizler tarihte en fazla devlet kurmuş, ama kurduğu devletleri yıkmış & yıkılmış bir milletin üyeleriyiz. Neden böyle olmuş? Çünkü yerleşik, şehirleşmiş, kurumsallaşmış toplumların devletleri zor yıkılır. Göçebe milletler ise etkin obstetrik ve jinekolojik bakım alamazlar; toplumu oluşturan bireyler “olduğu kadarıyla” maksimal potansiyellerini kaybederek doğar. İnsan, ana rahminde başarıya kodlanmıştır. Ancak ana rahmindeki küçücük bir yetersizlik, menfi etki, stres veya hastalık, onun hayatta kalmak için ‘survivor’ moduna geçmesine sebep olur ve bu süreçte kaçınılmaz şekilde bozulur. Fetus dayanıklı biyolojik malzeme değikdir, kırılgan dır, fetal hayat bireyin ve toplumun en kırılgan safhasıdır.
Ana rahminde kötü koşullara maruz kalan, bırakılmış! fetus, sağlıklı gelişemez. Örneğin, kansızlık, besin eksikliği, stres, mikroplar, vajinal akıntılar, diş çürüğü enfeksiyonları gibi etkenler anne karnındaki fetusu ciddi şekilde menfi etkiler. Yorgun ve/veya yaşlı rahimlere, tedavi edilmemiş miyomlu, polipli rahimlere fetusun davet edilmesi – yuvalandırılması, tedavi edilmemiş rahim iltihaplarına Fetusun düşmesine sebep olunması, komplikasyonlu gebeliklerin oluşması… Tüm bunlar fetusun ana rahminde “kötü muamele” görmesine sebep olur. Anne Fetus çatışmasında Fetusun mağlup olması. Hatta anne – aile gebeliğin minicik masraflarını bile kazık, dolandırıcılık olarak görülüyor, ucuza bedavaya ölümcül meyillenmişse ve hatta nihayetinde anne karnındaki bebek dışkısını yutmak zorunda kalıyorsa, sonuç olarak fetus bu kötü muameleyi kendi masumiyetine yapılmış bir saldırı olarak algılar ve mücadeleci bir şekilde Masumiyetini yitirerek, hınçla, rekabetle doğar ( çok defa maruz kaldım, bu şekilde doğmuş bireyler hasta annekerini param yok diyerek tedavi ettirmezler, rövanş yaparlar!, Malesef!, ve bunu sizler bilmez, görmezsiniz… ) .
Ana rahminde yaşanan bu olumsuzluklar fetusun ilkel beyninde bazı yetenek alanlarını aşırı geliştirir: Yeme, içme, savaşma, cinsel dürtüler, nefret, intikam, bencillik, hırs, cimrilik, … Tüm bunlar onun doğasında yer eder, onun doğal yeteneği olur. Üst beyin yetenekleri ise – empati, ahlak, muhakeme gibi – geride kalır. En vaasitinden anne rahminde dışkısını yutmuş bir bireyin nasıl bir zihinsel gelişim göstermesini bekleyebilirsiniz?
İşte bu yüzden, güçlü nesillerin yetişebilmesi için önce bu gerçekleri bilmemiz, kabul etmemiz gerekiyor. İnsanların ana rahminde bozulmasının önüne geçmeden, yazılan tüm güçlü nesil hayalleri boş kalacaktır. Herkes, tüm anneler ve babalar, hatta tüm akademisyenler bile fetusların mükemmel, Masum, diğerleriyle aynı doğduğuna kendilerini hipnotize etmiş durumda (iyi olma yanlılığı, toksik pozitiflik) . Ancak gerçek bu değil. Toplum, düşük kaliteli gebelik ve doğum süreçleri yaşıyor. Devlet hastanelerinde 82. sıradan, özel hastanelerde 45. sıradan muayene olan insanlar gebeliklerini ve doğumlarını bedavaya veya ucuza getirmeye yemin etmiş gibi hareket ediyorlar. Birbirlerini de bu yönde ptovake ediyor, akıllı, haklı görüyorlar.
Bu temel sorun çözülmeden, yazarlar yalnızca bu kötü muamelenin sonuçlarını farklı şekillerde anlatmaya devam edecekler. Fakat asıl çözüm, toplumun en başından, yani anne rahminden başlayan bu süreci anlamak ve düzeltmekten geçiyor.