Türkiye’de klinik çalışmalar, salt yabancıların yararına amaçlar taşıyan, insanlarımızı denek olarak kullanıp, bizden olmayanların tedavisine yarayacak faaliyetlermiş gibi magazin düzeyinde ele alınıyor. Yani “Başkaları denesin, iyiyse bize gelsin” mantığı geçerli. Bir gün hastalanıp bir klinik çalışmanın parçası olabilecek, sağlık sektörü dışında olan bireyler konuyu basından böyle izliyor.
Dünyada ilk kalp nakli, ilk hemodiyaliz gibi uygulamaların klinik çalışmalarının gönüllü katılımcıları olmasaydı gerçekleşemeyecegi unutuluyor. Türkiye’de kırk bin kişi, gönüllülerin bilimadamlarıyla açtığı yolda yaşamlarını diyalizle sürdürüyor.
Bizler, mevcut ya da yeni ürünlerin, yeni cerrahi tekniklerin çalışmalarının tartışıldığı uluslararası kongrelerde yoğunlukla yabancı doktorları dinleyip, bilgilenip ülkemize dönüyoruz. Kongrelerde, Türkiye ile benzer araştırma potansiyeline sahip yabancı ülke hekimleri, bizim hekimlerimizin onlarca katı fazla sözlü sunumlar yapıyor. Johns Hopkins Hastanesinin poliklinik ilan tahtalarının çalışmalara gönüllü arama duyuruları ile kaplı olmasıyla, üretilen ve yayına dönüştürülen çalışma sayısı arasında bir ilinti olmadığını söylemek çok zor.
Bizler için, orjinal ürün tanıtımının omurgası, ürünlerle ilgili klinik yayınları hekimlerimize iletip, ürünün etkinliği ve güvenilirliği konusunda kendilerini klinik yayınla ikna edici olmaktan geçiyor. Hâl böyle olunca da, gönül, aktarılan yayınlarda bizim hekimlerimizin adı da olsun istiyor.
1990’lı yıllarda sayıları az olsa da firmalar, Türkiye’nin Uluslararası Faz III çalışmalarının bir parçası olması için ciddi uğraş verdiler. Eczacıbaşı-Rhone Poulenc Genel Müdürlüğü yaptığım sırada, firmamın yalnızca kaç kutu ve kaç milyon dolar sattığının yanısıra, Türkiye’yi Rhone-Poulenc’in klinik çalışma yaptığı ülkeler sıralamasına sokabilmek için de çok uğraş verdim.
Bugün, ilgili etik kurullar, yönetmelik ve bilimsel kurullar var ama neredeyse hiç bir Ar-Ge firması için İspanya, Belçika ya da Yunanistan kadar önemli bir klinik çalışma ülkesi değiliz. Bu durumun, kaynaklar, kapasite ve bunun gibi elbette pek çok nedeni var.
İlk başlarda tanımladığım “algılama bazımızın yanlışlığı”nın da etkili olduğunu tartışmaya açmak istiyorum. Medikal araştırmaların elbette riski vardır, bilinmeyenleri bilinenlerinden çoktur. Hastalara, beklenen yarar, olası zararlar, tüm seçenekler ve riskler bürokratik bir gerek olmanın ötesinde saygıyla anlatılsa ve “rızaları” alınıp, konu, basında da tartışılsa, bu durum önyargıları aşmamızı sağlayabilir.
Dilerim ki, diğer sorunlar gibi “algılama” ve “rıza” gibi sorunlarımız da aşılır. Böylece dünya ilaç endüstrisinin ABD ve AB’de yüzlerce hastane ve hekime aktarılan araştırma fonları ve yeni medikal tedavilerin araştırılmasında Türkiye de yerini alır.