Herkes bir baş olmak peşinde ki sormayın gitsin. Kimisi müdür, başmüdür, dekan, dernek başkanı, başhekim olmak için, kimileri klinik şefi olmak için büyük bir çaba veriyor. Klinik şefi, ana bilim dalı başkanı, eski deyimle kürsü başkanı ya da kürsü direktörü. Adına ne derseniz deyin, işte öyle bir şey. Kiminde ayrı ve havalı bir makam odası vardır. Yan tarafında sekreterler çalışır. Kapısında postası, her daim hazır bulunur. Kiminin bırakın odasını, kliniği, hatta belirli bir koridoru bile yoktur.
Eskiden Sağlık Bakanlığında şef olmak için ciddi ciddi sınavlar yapılırdı. Hatta bir sınavda, ben de jüri üyesi olarak görev yapmıştım. İki çuval dolusu, otuz sekiz dosyayı nasıl incelediğimi bir ben bilirim. Zekai Tahir Burak Eğitim Hastanesindeki sınavlar, şef yardımcısı ve şeflik olmak üzere toplam iki gün sürdü. Birinci gün gece yarısına bir saat kala, ertesi gün ise gün ağarırken, sabaha karşı beşe doğru hastaneden ayrılmıştık.
Sonra birilerinin başına saksı mı düştü ne. Tuttular, merkezi şeflik sınavı yapalım dediler. ÖSYM gayet ciddi bir sınav yaptı. Her nedense!, anlı şanlı adayların pek çoğu bu sınavı geçemedi. Kazananları şef yaptılar ama, sınavı bir daha yapmadılar. İlk ve son merkezi sınav oldu. İkincisi yapıldı da ben duymadıysam, lütfen bilenler beni düzeltsinler.
“Aman bizim adaylarımız bu sınavı geçemiyorlar, bari eski bildik ahbap-çavuş sistemine geri dönelim de arkadaşlarımız telef olmasın” denildi sanırım. Merkezi şeflik sınavı ilk ve son oldu, kaldırıldı. Neticede, yine eski bildik jüri sistemine dönüldü. Sınav öncesi, etkili yerlerden telefonlar, olmadı ziyaretler vs. vs.
Daha sonra ne mi oldu? Fakültelerinde ya da kendi hastanelerinde, doçent ve profesör olanların, direkt Bakanlık talimatıyla şef olarak atamaları başladı. Kimileri sınavla kimileri direkt atamayla şef yapıldı.
İşin düzü böyle işte. Tersi de oldu bu ülkede. Doçent olup eğitim hastanelerinde çalışan şefler bir çırpıda üniversitelerdeki profesörlük kadrolarına atanmaya başladılar. Özellikle öğretim üyesi açığı bulunan, yeni kurulmuş üniversitelerde profesörlük kadrosu açılır, müracaat edenler olur, jüri kurulur. Sonuçta uygun olan aday atanır. Arkadaşları kendisini tebrik ederler. Atanan arkadaşımız, yeni görev yerinde çalışmaya başlar. Ailesini, evini o şehre taşır. İşin normali budur. Gittiği fakülteye, yeni bir kan, yeni bir ümit, yeni bir hareketlilik getirir. O ana kadar fakültede yapılmayanlar, girişim, ameliyat her neyse yapılmaya başlar. Asistanlar yeni bilgiler edindiklerinden, idare hasta sayısının artmasından, öğrenciler daha iyi eğitim aldıklarından memnun olurlar.
Doğru olan budur. Gelin bir de madalyonun arka yüzüne bakalım. İdarenin gözünde, atanan kişinin atandığı kurumda çalışması, hiç de gerekli değildir. Gerçekte önemli olan, o kişinin mutlaka profesör yapılmasıdır. Tezgah kurulur. Bulunan üniversite ile gerekli anlaşmalar yapılır. Kadro çıkartılır. Atama yapılır. Aaaa, oda ne, Bakanlık yeni atanan profesörü, hem de aynı gün, hazırlanan tek sayfalık yazı ile geri ister. Otuz sekizinci madde mi neyse, arkadaşımız Bakanlıktaki görevine devam eder. Kadro üniversiteden alınmıştır. Orada görülür. Ancak taze profesörümüz, Bakanlıktaki idari görevinde, başhekimlik, ya da her nerede ise eski görevinde, hem de profesör ünvanı ile devam eder.
Adı ne olursa olsun, taşra, ya da büyük şehir üniversitesi, aralarında hiç fark yoktur. Üniversite rektörüne göre, işlem usulüne uygundur. Benim falanca ana bilim dalımda şu kadar profesörüm var diye, orada burada caka satar, övünür, övünmesine de, ortada profesör falan yoktur. Bakanlık profesörü uçurmuştur.
Bunun adına, işini yürütmek, iktidara yakın olmak, yolunu bulmak, ne derseniz deyin, kelimenin net anlamıyla çirkinliktir.
İşte, ben böyle katakullilere karşıyım arkadaşlar.
Böyle durumlarda hep aklıma, eskinin meşhur politikacılarından Osman Bölükbaşı’nın,
Baş olanlar öğünmesin,
Ne gelirse başa gelir,
Diz toprağa yaslanır da,
Baş düşerse taşa gelir.
Dizeleri geliyor.
Şair Eşref’ te yıllar önce, bakın nasıl söylemiş
Dizler düşer yere gelir
Baş düşerse taşa gelir.
Saygılarımla.