Köşe yazıları nerede olacak, okunduktan sonra gazete çöpe atılır, onlar da unutulup giderler diyebilirsiniz. Başlangıçta ben de öyle düşünüyordum. Ancak, eskiden beri yazdığım her yazıyı titizlikle saklamak gibi bir huyum vardır. Bende yazılanların hiçbiri kaybolmaz. Sırayla, kendi dağarcığımda birikirler. Önceleri, bilgisayarların hayatımıza girmediği dönemlerde, yazılarımı daktiloda yazıp klasörler içinde saklardım. Daktilo çok gürültü çıkardığından, çocuklar uyuduktan sonra, kapalı odalarda çat çut ede ede yazardım. Bu yüzden, o dönemlerde bazılarımızın adı “noter hoca” ya çıkmıştı.
Toplananlar, birikenler vakti zamanı geldiğinde bir yerlere giderler. Hiç kuşkunuz olmasın. İlk kitaplarım da, işte bu klasörlerde topladığım daktilo sayfalarından çıkmıştı. 1994’ten 2015’e, “yirmi bir” yıl olmuş. Ben ise hâlâ yazmaya devam ediyorum. Gözüm gördükçe, elim tuttukça.
Benim çocukluğum İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Ülkede yokluk ve yoksulluk yılları henüz tam geçmemişti. Köylüler koyun-kuzu keserken, derisini ortadan bölmeden yüzerlerdi. Deriyi önce tuzlarlar, sonra boyun kısmını dikerek kapatırlar ve deriyi çuval hâline getirirlerdi. İşte buna da “dağarcık” derlerdi. Köyden gelirken tereyağı, yoğurt ve peynirlerini satmak için dağarcıkta getirir, köylerine dönerken tuz, şeker, işte ne aldılarsa içine doldururlardı. Şimdi o dağarcıklara kaliteli tulum peynirini basıyorlar.
Son zamanlarda, bilgisayar dağarcığımda biriken Medimagazin yazılarına bir şeyler oldu. Yerlerinde duramaz oldu hınzırlar. Bu hınzırlıklar beni de rahatsız etmeye başlayınca, onları bir zapturaptaltına alayım dedim.
En eskilerden başlamak üzere, 2012 yılından itibaren her yıl onları bir kitapta topladım. 2012’de “Üniversitede Kır Çiçekleri”, 2013’te “Üniversitede Arılar Karıncalar ve Ağustos Böcekleri”, 2014’te de “Üniversitede Hayaller ve Gerçekler” yayımlandı. Yazılarımın arasına, amatörce yazdığım, hiçbir iddiası bulunmayan serbest stildeki şiirlerimi serpiştirdim.
2015’e yeni girdik. “Her yıla bir kitap” geleneğimizi bozmayalım diyerek, Ocak ayında, dördüncü kitabım olan “Üniversitede Rüzgâr Gibi Geçen Yıllar” da yine Hatiboğlu Yayınları’ndan çıktı.
Onları kitapçı reyonlarında göremezsiniz. Eşe dosta kendim dağıtırım, fakültede bir defalık imza günü yaparım. Milli Kütüphane ve üniversite kütüphanemize gönderirim, hepsi o kadar. Sonradan bazıları ilgi gösterir, bir kısmını da, bazı ilaç firmaları ve dernekler kongrelerde meslektaşlarımıza hediye olarak dağıtırlar.
Son zamanlarda, yazılanlara internet ortamında, yoğun şekilde yorum ve eleştiriler de geliyor. Yazılanların pek çoğuna katılırım ya da katılmam. Ancak, hepsine saygı duyarım. Her yorum, her eleştiri benim için çok önemlidir. Eksiklikleri, yeri geldiğinde yanlışlıkları bile onlar sayesinde öğreniyor insan. Bu nedenle kitaplarımda, yazıların arkasına, o yazı ile ilgili gelmiş olan yorum ve eleştirileri de koyuyorum.
İşte böyle bir şey. Yazıp duruyorum. Ben bu yazıyı yazarken, aklıma bir fıkra geldi. Gelin size de anlatayım.
Eski zamanlarda, köyün birinde tellal bağırırmış. “Padişahımız yedi düvele harp eyledi, eli silah tutanlar askere.” diye. Adamın büyük oğlu savaşa gitmiş, dönmemiş, şehit haberi gelmiş. Gün olmuş tellal yine bağırmış, köylünün ikinci oğlu da savaşa gitmiş, dönmemiş. Üç, dört, beş derken, tellal yine bağırıp gençleri yine savaşa çağırınca, köylü dayanamamış, “Söyle o padişahına, ona buna güvenip savaş çıkarıp durmasın, artık bende savaşa gidecek evlat kalmadı.” deyivermiş.
Neredeyse yirmi yıldır yazıyorum. Şimdiye kadar, ortalama yılda bir tane olmak üzere, çoğunluğu bilimsel ve kendi alanımla ilgili, son dördü ise sosyal içerikli olmak üzere yirmi kitabım yayımlandı.
Bizim köylü babasının yaptığı gibi bir yerlere seslenecek de değilim. Emekliliğime şunun şurasında ne kaldı.