Türkiye İstatistik Kurumunun 2009 yılı Yaşam Memnuniyeti araştırması basına "Türkiye’de halkın yüzde 85’i mutlu!", "Türk halkı mutluluktan uçuyor!" ve "Türkiye kendini mutlu hissediyor" gibi ifadelerle yansımıştır. Gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, araştırmaya katılanların yüzde 3.1’i kendilerini çok mutsuz, yüzde 11.5’i mutsuz, yüzde 31.1’i orta düzeyde mutlu, yüzde 46.6’sı mutlu, yüzde 7.7’si ise çok mutlu olarak tanımlamıştır. Orta düzeyde mutlu olduğunu ifade edenlerin "mutlu" olarak kabul edilmesi bilimsel olarak tartışmalı bir konu olmakla birlikte, bu verileri okuduğunda insanın aklına ister istemez bu oranların akademisyenler için geçerli olup olmadığı sorusu geliyor. Her ne kadar toplum geneline göre çok farklı sosyokültürel özelliklere sahip olsa lar da, toplumun bir parçası olan akademisyenler arasında kendisini mutlu olarak tanımlayanların oranı yüzde 85’i bulabilir mi, ne dersiniz? Hatta aynı araştırmada üniversite mezunlarının daha mutlu olduğu dikkate alınırsa, akademisyenler arasında mutluların oranının daha yüksek olabileceği bile ileri sürülebilir. Elimizde bilimsel bir veri olmadığına göre akademisyenleri mutlu ya da mutsuz edebilecek konuları gözden geçirerek mutlu ya da mutsuz oldukları konusunda fikir yürütebiliriz.
İnsanların çalıştığı ortamda kendini güven içinde hissetmesi, kendisine değer verildiğini hissetmesi, kurum içi ilişkilerin demokratik olması, ilişkilerde iş birliğinin egemen olması, kişisel gelişimini sağlamak için maddi ve manevi olanaklara sahip olması, hak arama yollarının açık olması, yöneticilerin adil ve hakkaniyetli olması akademisyenlerin mutluluk düzeylerini etkileyebilecek önemli bileşenlerdir. Fakat ülkemizde üniversitelere bakıldığında mutluluk veren bu bileşenlerin yeterince bulunmadığı, tam tersinin bulunduğu görülmektedir.
Akademisyenlerin dünyasına bakıldığında üniversitelerde bilimselliğin değil, taraf olmanın daha çok önemsendiği ve bunun da artık kanıksanmış sıradan bir olay olduğu görülmektedir. Kadro alabilmek ya da meslektaşlarının önüne geçebilmek için öğretim üyelerinin yöneticilere şirin görünmesi gerekmektedir.
Bu sistem sayesinde biraz antisosyal ya da ilkesiz olanın öne çıkma şansı çok daha yüksektir.
Rektörlük seçiminde akademisyenlerin kullandıkları oyun hiçbir kıymeti yoktur.
YÖK ve Cumhurbaşkanı öznel değerlendirmelerle istediklerini rektör olarak atayabilirler. Doçentlik sınavına yeniden girmesi gerekse doçentlik sınavına giremeyecek olan öğretim üyelerinin rektör olarak atanması hiç şaşırtıcı bir durum değildir.
Üniversitenin olanakları rektörler tarafından keyfi olarak kullanılır. Yatırımlar, kongre destekleri, görevlendirmeler, ek dersler sürekli yandaşlara yöneltilir. Hak aramak için YÖK’e ya da mahkemeye başvurulduğunda ise konu aylar sonra (birkaç ay değil, bir yılı çoğu zaman geçen çok ay sonra ya da yıllar sonra) gündeme geldiği için hakkını arayan konuyu bile unutabilir.
Yöneticilerin en çok kullandığı yönetim tarzları arasında korkutma, sindirme, yıldırma ve bıktırma vardır. Rektör ya da dekan soruşturmayı bir tehdit unsuru olarak kullanır. Yandaşı olanın suçu olsa bile soruşturma açmazken, karşıt olarak gördüğü öğretim üyelerine uyduruk nedenlerle soruşturma açar. Açtığı soruşturmaları bitirmez.
Etik kurullar bile yandaş olana başka, yandaş olmayana başka çalışır. Yandaş değilseniz karar en iyi olasılıkla gecikmeli olarak çıkar. Derdinizi kimseye anlatamazsınız. Anlatabileceğiniz bir sistem bile yoktur. Her gün karşı karşıya geldiğiniz ve bundan sonra da gelmeye devam edeceğiniz (hatta arkadaşınız olan) etik kurul üyelerinin nasıl böyle bir kararı onayladıklarını anlayamazsınız.
Ne dersiniz, "mutlu" akademisyen oranı yüzde 85’i bulur mu?