Bu üçüncü ve sonuncu bölümde üniversitelerin sorunlarına ilişkin çözüm önerilerine, ikinci bölümdeki kalındığı yerden devam ediyoruz. ÇÖZÜM ÖNERİLERİ Üç bölümlük yazı dizisinin ilk bölümünde ve bu ikinci bölümünde de buraya kadar anlatılanlar tamamen hayal mahsulü olup bazı benzerlikler de olsa hiçbir kişi, kurum ve kuruluşu hedef almamaktadır. Onun için hiç kimse kendine pay çıkararak “Ördek Osman” olmasın. Fakat şimdi Türkiye’deki üniversitelere ilişkin sorunlara somut çözüm önerilerinde bulunmaya çalışacağım. Zira üniversitelerdeki sorunların çözümüne ilişkin yapıcı önerilerde bulunmanın, üniversiter hayatı olan herkesin görevi olması gerektiğine inanıyorum. Nitekim Medimagazin Başyazarı Sayın Prof. Dr. Hikmet AKGÜL’ün 02 Nisan 2007 tarihinde yayımlanan “Üniversitelerde Yönetim Felsefesi” yazısının böyle bir sorumluluk duygusunun gereği olarak yazıldığını sanıyorum ve önerilerinin tümüne benim de imzamı atabileceğimi ifade etmek istiyorum. Durum böyle olunca da, ayrıntıya girmeden üniversitelerdeki sorunlara ilişkin çözüm önerilerimi çok özet olarak aşağıda sunacağım: 1- Rektörlük seçimleri: Türk üniversitelerindeki rektörlük seçimlerine genel çerçevede bakılacak olursa, seçim getiren yasa değişikliği ile birlikte “dağ fare doğurmuş” ve genel olarak hüsranla sonuçlanmıştır. “Üç dereceli seçim” şeklinde uygulanan bu sistem, doğrudan atama sistemi ile tek dereceli seçim sisteminin karışımından oluşan bir “hilkat garibesi” olarak üniversitelerimizi sorunlar ve küskünler yumağı haline getirmiştir. Aslında, bir devrin tüm olumsuzluklarının sorumlusu olarak görülen ve o dönemde pek çok maddesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği ve iptal edilen maddelerin yerine yenileri konamadığı için yıllarca “güdük” bir yasa olarak üniversitelerimizde uygulanan 1750 sayılı Yasa’ya karşı bir tepki yasası ya da daha doğru bir ifadeyle bir ihtilal yasası olarak uygulamaya konulan 2547 sayılı Yasa’nın ruhuna ve lafzına uygun olan sistem rektörlerin atamayla görevlendirilmesidir. Onun için üniversitelerde “emir-komuta” sistemine benzer bir yönetim biçimini öngören 2547 sayılı Yasa değiştirilmeden getirilmiş olan rektörlük seçimleri ne kuşa ne de deveye benzemiştir. Hal böyle olunca, 2547 sayılı Kanun’un mevcut halinin muhafaza edilmesi durumunda, rektörlerin görevlendirilme sisteminin en iyisi, atama sistemi olmaktadır.
Halen uygulanmakta olan rektörlük seçimleri, 12 Eylül yönetiminin partiler ve kurucularına uyguladığı “veto”ya benzer bir sistemle uygulanmaktadır. Adayların aldığı oya bakılmaksızın 6 adaydan üçü Yükseköğretim Kurulunda, geriye kalan 3 adaydan ikisi de Cumhurbaşkanlığında elimine edilmektedir. Böyle bir uygulama, üniversitesinde en çok oyu aldığı halde iki kademeden birisinde elenen adayı şaibe altında bıraktığı gibi ona oy veren öğretim üyelerinin de hem boynunu bükmekte hem de oy vermedikleri kişi tarafından “aforoz” da edilebilmektedir. Madem ki 12 Eylül İhtilali döneminde uygulanan veto sistemine uygun bir sistem uygulanıyor, o halde o dönemdeki parti kurucu üyelerinin ve “Danışma Meclisi” üyelerinin seçiminde uygulanan “ön eleme” sistemi rektörlük seçimlerinde de uygulanır, elenecek olanlar elenir, fakat “olur” alanlar arasında yapılan seçimde de kim fazla oy almışsa o rektör olarak atanır. Böylece hem iki seçici kademenin herhangi birisinde elenen adaylar hem de seçici kademeler için yakıştırılmaya çalışılan pek çok olumsuzluklar ve dedikoduların önüne geçilmiş olur. Bu öneri doğal olarak sorunun temelden çözümü değil mevcut sistemin biraz daha hazmedilir hale getirilmesi için düşünülebilecek bir öneridir. Yeri gelmişken YÖK’ün bir çelişkisine daha dikkat çekmeden geçemeyeceğim: Bilindiği üzere, YÖK tarafından bizzat hazırlanan çerçeve yönetmeliklere göre akademik yükseltmelerde ve lisansüstü eğitime girişte hep liyakat ön planda tutulmaktadır, en azından yönetmelik maddesi olarak böyledir. Helen lisansüstü öğretime başlayacak bir öğrenci mezuniyet not ortalaması, yabancı dil puanı ve LES puanı toplanarak sıralama yapıldığında “mülakat” niteliğindeki bilim sınavından sıfır bile alsa öğretime başlayabilmektedir. Diğer bir ifadeyle, sınav komisyonunun ya da seçici komisyonun giriş sınavındaki payı yüzde10 kadardır. O halde YÖK’ün rektör seçiminde de benzer bir yöntemle hareket etmesi gerekir diye beklenmektedir. Böyle bir ilkeyi benimsemiş olan bir kurulun başka bir konuda başka türlü davranmasının mantığını anlamakta güçlük çekilmektedir.
2- Rektörlük makamı, süresi, yetkileri:
Üniversitelerdeki rektörlük makamı bir temsil ve protokol makamıdır. O üniversitenin daha fazla gelişmesi, daha verimli hale gelmesi, öğretim kalitesinin daha yükselmesi, daha kaliteli öğrenci ve öğretim elemanının tercih ettiği bir kurum haline getirilmesi, efektif bilimsel çalışmaların yapılabildiği bir kurum olması,“tembel ve bilimsel anlayıştan uzak” grubun çöreklenmediği bir kurum olması, ülkesini seven ve onun “muasır medeniyet seviyesi” üzerine çıkarılması için entrikadan ve ayak oyunlarından uzak elemanların çalıştığı bir kurum haline getirilmesi için iyi niyetle çalışılan bir makam olmalıdır. İkinci seçimde ya da kendisinin devamı olacak birisini iş başına getirebilmek için pazarlıkların yapıldığı, mevcut rektörden sonra aday olan birisine “baba” sıfatının takılarak yardımcı doçent kadrolarının onun adına dağıtıldığı ya da “vefa borcu”nun ödetildiği bir makam olmamalıdır. Hele hele görevinin bitiminden sonra soyunacağı siyasi arenanın bir basamağı hiç olmamalıdır. Rektörlük makamı bir koordinasyon ve denetim makamı olmalıdır.
Rektörler şimdiki gibi ya da farklı bir sistemle fakat seçimle görevlendiriliyorlarsa, rektörlük süresi 4 ya da en fazla 7 yıllık bir dönem olmalıdır. İki dönem yapılan rektörlüklerde kadro şişirilmesinden etik dışı davranışlara kadar pek çok olumsuzluğun ortaya çıktığı ilgili ya da ilgisiz kamuoyu tarafından çok iyi bilinmektedir. Zira görsel ve yazılı basının pek çoğu bu olumsuzlukların bir kısmını bilinir hale getirmiştir. Onun için bu yürekli ve vatansever insanlara şükran borçluyuz. Zaman zaman bazı kesimlerce seslendirilen atama sistemi ile üniversite dışından yapılacak rektörlük görevlendirmelerinde ise rektörlük süresi sorun olmayabilir. Üniversite rektörünün yetkileri bir devlet memurunun kaldıramayacağı kadar fazladır ve bu yetki bazı rektörlerce çok yerinde kullanılırken büyük çoğunluğu tarafından olumsuz yönde kullanılmaktadır. En azından böyle bir yetkinin farkında olan öğretim üyesi kendiliğinden pasifize edilmiş olmakta ve bilimsel özerklik esasının tersi bir konuma düşebilmektedir. Onun için rektörlerdeki aşırı yetki birikimi kurullara dağıtılmalıdır. Fakat rektörün üniversitedeki denetim ve koordinasyon görevine ilişkin yetkileri aynen bırakılabileceği gibi daha etkin hale gelmesi için yeni düzenlemeler yapılabilir.
3- Üniversite Kurulları anabilim dalı, fakülte, yönetim ve senato:
Üniversitenin her kademedeki kurulunun oluşumu, bugünkü sistemde olduğu gibi sadece bir kişinin etkinliğine bırakılmamalıdır. Bugünkü uygulamada yukarıdan aşağıya tüm kurullar rektörün kontrolündedir. Gerçi mevcut duruma göre kurulların oluşumu nasıl olursa olsun rektörün istediğinin dışına çıkabilmek ve bilimsel konular da dahil öğretim üyelerinin rektörün aksine fikir beyan etmeleri hemen hemen imkansızdır. Onun için böyle kurulların oluşumu, kurullara da inisiyatif veren yeni bir üniversiteler yasası ile mümkündür. Her şeye rağmen kurulların oluşumu öğretim üyelerinin çoğunluk iradesi ile olmalıdır. Örneğin anabilim dalı kurulları, şimdi olduğu gibi anabilim dalındaki tüm öğretim üyelerinin, bölüm kurulları bölümde görevli tüm öğretim üyelerinin, fakülte kurulları anabilim dalı başkanları ile her anabilim dalından seçilen bir öğretim üyesinin, fakülte yönetim kurulları her kademedeki öğretim elemanı ve öğrencilerin doğrudan seçecekleri temsilcilerinden oluşan 11 üyeden (4 profesör, 3 doçent, 2 yardımcı doçent, 1 araştırma görevlisi), üniversite senatosu bugünkü oranlarda fakat fakülte temsilcilerinin doğrudan o fakültedeki tüm profesörlerin katılımı ile seçilecek bir üyenin, üniversite yönetim kurulları bugünkü oranlarda fakat tüm öğretim üyelerinin seçtiği temsilciler ile bir araştırma görevlisi ve bir öğrenci temsilcisinin katılımı ile oluşmalıdır.
4-Üniversitelerarası Kurul: Bu kurulun oluşumu yine bugünkü şekilde olabilir, fakat rektörler dışındaki temsilcilerin, rektör seçimi ile eşzamanlı olarak üniversitede görevli tüm öğretim üyelerinin katılımıyla seçilmelidir. Böyle oluşan üniversitelerarası kurula YÖK’ün çoğu görevi aktarılmalı, YÖK’ün bulunduğu binada ya da başka bir mekanda daimi sekretaryası ve yöneticilerinin makamı bulunmalıdır.
5- Yükseköğretim Kurulu (YÖK): Üniversiteleri denetleme ve koordinasyon görevi yapacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Üniversiteleri ve fakülteleri aynı kalıba sokan anlayış da bırakılmalıdır.
6- Yeni Üniversiteler Yasası: Yeni yasa bir çerçeve yasası olmalıdır. Fakültelere ve bölümlere daha fazla yetki veren, yardımcı doçentlik kurumunu yeniden düzenleyerek belirli kurallara bağlayan, rektörün ise ister atama isterse seçimle yapıldığı, dekanların ve bölüm başkanlarının seçimle görevlendirildiği bir yasa olmalıdır. Bu şekildeki bir yasa siyasi otorite tarafından tercih edilmediği takdirde, rektör kesinlikle atama ile görevlendirilmelidir. YÖK’ün yetkileri belirli oranlarda üniversitelerarası kurul ve üniversitelere aktarılmalıdır. Büyük çarpıklıklara neden olan torba kadro ve torba bütçe uygulamasına son verilmelidir. Üniversiteleri niteliksiz insanların yatağı olmaktan kurtaracak düzenlemeler yapılmalı, çalışanla çalışmayan ayrılmalı, belirlenen dönemlerde başarılı olamayanların üniversite ile ilişkileri kesilmelidir. Üniversitelerdeki mali ve bilimsel denetim mekanizmasını çalıştıracak ve etkin hale getirecek önlemler alınmalıdır. Aslına bakılırsa “kamil” oldukları varsayılan üniversitedeki öğretim üyelerinin ne yapacaklarını çok katı kurallara bağlamanın pek işe yaramadığı ve hiç de istenmeyen bir durumun ortaya çıktığı açıktır. O açıdan, düzenleme yapılırken ülkemiz insanının gelenek ve karakterini de dikkate alan bir anlayış hakim olmalıdır. Yeni yasa yapılırken İngiltere örneğinden de yararlanılması gerekir diye düşünüyorum. Yerleştirilmeye çalışılan Amerikan sisteminin bizim akademik geleneklerimize uymadığı kanısındayım. Yeni yasadaki yönetim felsefesine ilişkin Prof. Dr. Hikmet AKGÜL’ün yukarıda sözünü ettiğim Medimagazin’deki 02 Nisan 2007 tarihli yazısı, benim görüşlerimle birebir örtüştüğü için ayrıca görüş belirtmeyeceğim. Fakat bir anıya bağlı olarak bir “tespit”i de belirtmeden geçemeyeceğim: YÖK çıkmış, sakalı olanların sakalı kesiliyor, herkeste bir endişe var. Üniversitenin açılış dersini “entel sakalı” kesildiği için içi yanan bir öğretim üyesi anlatıyor. Dersin konusunu değil ama hocanın şu sözlerini hiç unutamıyorum: “Emirle şiir-roman yazdırılmaz, beste yaptırılmaz, bilimsel araştırma yaptırılmaz. Eğer yaptırılırsa sonuç kopya olur”. Aynen katıldığım bu saptamada bir inceliği de unutmamak gerekir ki; üniversitelerimizde özgür araştırma yapacağım diye tembelliği seçerek “yan gelip yatan” insanlara karşı da gereken önlemler alınmalıdır. Yani, üniversitedeki öğretim elemanının “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olmalı ve ülkeyi “muasır medeniyetin üzerine çıkarmak” için var gücü ile çalışmalıdır.