İnsana ahlâkî şahsiyetini asıl veren yer, onun yakın çevresidir; ailesi, okuldaki öğretmenleri ve arkadaşları. Bunların etkileri insan hayatının ilk yıllarında, yani çocukluk ve ergenlik çağında çok büyük olur. Delikanlılık çağının sonunda insan artık ahlâkî şahsiyetini büyük ölçüde kazanmış demektir; daha sonraki hayat tecrübesi onu fazla değiştirmez.[1]
Ahlâk, adalet ve bilim kavramları en üst değerlerimizdir. Bunların olmadığı, özde ya da sözde önemsenmediği bir toplum yok gibidir. Ancak bu sac ayağı arasındaki ilişkiyi şekillendirmek bir samimiyet ve özveri konusudur. Herkes ahlâk ve adaletten söz edebilir. Herkes bilime saygı duyabilir. Ancak şöyle bir sorun var: Bilime, eğitime saygı başka bir şey; bilimsel bilgiye saygı başka bir şeydir.
Yaşadığımız dünyada Orta Doğu olarak adlandırılan ve bizim de içinde olduğumuz coğrafyada bilimsel bilginin yeterince saygı gördüğü söylenemez. Her alanda bilime ve bilim insanlarına saygı duyulması gerekirken bilime çıkarlarımız nispetinde itibar ediyor olmamız samimiyetsizliğimizi göstermekte…
Ahlâka gelince, bu kavram din ve inançtan soyutlanmış görünüyor. Yani dindarlığın içinde ahlâk yok. Namaz kılan, ibadetlerini yapan müslümanların yalan söylemeleri, alışverişte aldatmaları, ağızlarının küfürler saçmaları bunu ortaya koymakta…
Adalet ise bilim ve ahlâkın samimiyetle geliştiği toplumlarda tecelli eder. Adaletin ardında ahlâk vardır. Adalet, kanun ve normlar ile birlikte olacaksa kanunların ardında ahlâk vardır. Ahlâkın yaslanmadığı hukuk sistemi çöker.
Arayışımız çürümekte olan topluma seyirci kalmak yerine hukuk-ahlâk-bilim ilişkisinden bir nebze de olsa söz etmekte…
Ahlâkın insan oluşumuzun hamuru olduğunu fark edemedik. Bu hamura bir de maya lazım. O da din ya da inançlardır. İkisi bir araya gelince ahlâklı insan olur. Ahlâkın daha ziyade anlatılarak öğretilen bir şey olmadığını, uygulanabilir bir şey olduğunu bilmeliyiz…
“Dün dünde kaldı cancağızım bugün yeni şeyler söylemek lazım” demek yerine “Dün dündür, bugün bugündür” anlayışının olduğu bir siyasi söylem halkı erdemlerin temeli olan doğru sözlülük ve güvenilirlikten de uzaklaştırıyor…
Ahlâkın temel kaidesi “doğru sözlülük” olduğuna göre bu kaideden uzaklaşmak dinden uzaklaşmak anlamına geliyor. Çünkü Hz. Peygambere gelen ilk vahyi ilk doğrulayan zamanın bilgesi Varaka b. Nevfel Hz. Muhammed’e gelen meleğin Musa ve İsa’ya da gelen namusu ekber olduğunu yani “en doğru sözlü” olduğunu ortaya koyuyor. Arapça’da namus kelimesi Türkçe’den biraz farklı olarak sadece “doğru sözlü” anlamında kullanılır. “İffet” kelimesi cinsel anlamda doğru olmayı ifade eder. Her şeyin bilimselini öğrenmemiz gerektiği gibi dini bilginin de bilimselini öğrenmeliyiz.
Yenidoğan çetesi olarak bilinen bebekleri bakımsız bırakarak ya da yanlış tedavi ederek öldürüp devletten milyarlarca lira ödenek alan çete ahlâkın öldüğünü ortaya koyuyor. Burada adalet devreye acilen girerse mesele çözülebilir. Bu tür faciaların önüne geçecek önlem ve ceza sisteminin de acilen alınması gerekiyor. Bir mesleği icra etmek yeterli değil, aynı zamanda ahlâklı olmak da gerekiyor gördüğümüz gibi. Aksi halde ahlâksız ve meslek etiğinden uzak doktor insan hayatına kastedebiliyor. Elbette her meslekte çürük elmalar vardır. Bu hepsinin çürük olduğu anlamına gelmez. Bu vahim olay ile İslam öncesi dönemde kız çocuklarının öldürülmesi ya da bazı bölgelerde yoksulluk korkusuyla erkek çocuklarının öldürüldüğüne rastlanması arasında hiç mi alaka yok? Post modern çağda, cahiliye çağında yaşananların bir benzerinin yaşanması, üstelik İslam dininin gelmesinden sonra yaşanması bize ne anlatıyor? Hangi mesajları veriyor? Çağlar öncesindeki olayın parametreleri farklı olsa da özde insana değer vermemek, ona fiyat biçmek yok mu? İnsanın cinsiyeti üzerinden şeref ve itibar tanımlamak yok mu? Ne oldu da böyle olduk? O dönemde ahlâk ve hukuk o kadar gerilerde kalmıştı ki? Oysa şimdi onca eğitimli insan, onca fakülteler, onca kurum ve kuruluşlar varken niye? Ya bunlar görevini yapmıyor? Ya da yapıyor, ama etkili olmuyor? Neden cezaevleri ağzına kadar dolu? Buna cevap aramak için Erol Güngör’ün şu ifadesine kulak verelim: “Çatışmanın veya uyumsuzluğun olduğu her yerde bir ahlâk kaidesi tehlikeye düşmüş demektir.”[2]
Öyle anlaşılıyor ki her meslek mensubuna performans değerlendirmesi yapılırken bir de mesleki ahlâk ya da etik değerlendirmesi yapılmalı. Bu da silsile yolu ile olmalı. Bilimci anlayış ne yazık ki ahlâkı ıskaladı. Oysa ki sadece bilimle üretilenler insanlığın zararına da olabilir. Oysa ki bilimi ahlâk ile mayalamak gerek… O sebeple Oktay Sinanoğlu’nun ifadesiyle bilim + gönül olmalı. Yani ahlâk… yani manevî değerler…Milli kültür… Makam için erdemi terk edenler asla bir daha kaybettikleri erdem, itibar ve güvenlerini kazanamazlar. Çünkü itibar para ile makamla geri alınamaz. Bu manevi değerimizi muhafaza etmek bizim şiarımız olmalıdır.
Dini ahlâka indirgemek ifadesini kullananlara rastlıyoruz. Yanlış bir ifade. Bilakis dinin peygamberi yüce bir ahlâk üzere olduğundan vahye mazhar olmuştur. Seçilmesi onun yüce ahlâkı ile de ilgilidir. Nitekim Kur’an’da ilk vahyedilen sûrelerden biri olan Kalem sûresinde hem Hz. Peygamber’in ahlâkının yüceliğinden (“Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem 68/4) hem de ahlâk dışı eylemlerden bazılarından örnekler verilmektedir: “O halde yalanlayanlara boyun eğme. Senden yağcılık yapmanı istediler, böylece onlar da sana yağcılık yapacaklardı. Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba, bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” (Kalem 68/9-14)
Söylenecek çok söz var ama…
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! (Mehmed Akif)
Nerede? Ne zaman? Nasıl? Hata yaptık. Başımızı iki elimizin arasına alıp düşünelim…
[1] Erol Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk (İstanbul: Ötüken Yayınları, 1997), 17.
[2] Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, 23.
1 yorum
Konu, itirazım yine yeniden ahlak!
Toplumda sıkça görülen bu yaygın hatanın sebebi üzerine yine düşünelim: Bu ahlak tanımı üzerine yapılan hatayı yaymak üzere bir birlik mi kuruldu, yoksa tüm akademisyenler, hakikati görmemeye yemin mi etti?
“Ahlakın kaynağı, bir insanın yakın çevresidir; ailesi, okuldaki öğretmenleri ve arkadaşları.”
Bu yaklaşım eksik ve yüzeysel kalıyor. Tekrar, bir daha derin bir çerçevede açıklayayım:
Ahlak, zekanın bir yansımasıdır ve yüksek ahlaki değerler, zekanın varlığına bağlıdır. Zeka eksikliği olan bir bireyden üstün ahlaki davranışlar beklemek yanıltıcı olur, hatta bu beklenti ona bir haksızlık, zulüm bile sayılabilir.
Ancak, zeki kabul ettiğimiz bireyler bile zaman zaman ahlaki zafiyet gösterebilir; bu, işlerinde, özel hayatlarında ya da toplumsal rollerinde ortaya çıkabilir.
Mutlak ahlak kavramı ise insan doğasına tam anlamıyla uymaz; hayatın akışında ufak ahlaki sapmalarla karşılaşırız ve bunları tolere etmek zorunda kalırız.
Her bireyin “gebelik süreci – doğum” ve yetişme süreci mükemmel olmaktan uzaktır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yükseldikçe, ahlaki değerleri geliştirme eğilimimiz artsa da, kişi kendini değersiz veya eksik hissettikçe ahlaksızlık eğilimi güçlenebilir.
Aşağılık kompleksinden arınabilen bireyler, ahlaki değerlerini, ana rahminde inşa ettiği temel üzerine inşa etmeye devam eder; aksi durumda, bu kompleks ahlaki yozlaşmayı körükler. Maslow’un alt basamaklarında kalmış bireyler, kıskançlık ve öfke biriktirir ve bu da onları daha ahlaksız davranışlara sevk eder.
Neden bu basamaklarda yükselemiyoruz?
Çünkü zeka, ahlaki gelişimimizi sınırlayan bir faktördür. Ahlaki değerlerin gelişimi zekayla doğrudan ilişkilidir. Zekanın kökenine inmek için, bir bireyin rahimdeki gelişimine, “Pota ocağındaki kor hali” olan fetüs evresine bakmak gerekir.
Eğer fetüs döneminde olumsuz koşullara maruz kalınmışsa – enfeksiyonlar, rahim içi iltihap, vajinal akıntı, oksijensizlik, yaşlı veya miyomlu bir rahim, amniyotik sıvı eksikliği, kansızlık, besin yetersizliği ya da genetik bozukluk gibi faktörler,… – beynin alt yapıları, yani hayatta kalma güdüleri İstemsizce ön plana çıkar.
Bu şartlarda bireyin “hayatta kalma mekanizmaları – survivor” gelişirken, ahlak, sevgi, empati gibi korteks fonksiyonları geri planda kalır.
Rahim, “survivor ortamı”na dönüştüğünde fetüs, bu durumu bir tehdit olarak algılar ve kişiliği, “ahlak bilinçlenme süreci” menfi bir değişime uğrar; masumiyetinden uzaklaşmış bir şekilde gelişir & doğar.
Doğumdan sonra ise, bireyin rahimde maruz kaldığı bu olumsuz etkileri yok sayıp, unutup, görmezden gelip onu topluma kaynaştırmaya çalışırız.
Sonuç olarak, ahlak dediğimiz olgu, bu süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Ahlak gelişimini tanımlarken en temel dönemi, yani fetüs evresini görmezden gelmekten vazgeçmeliyiz.
Topluma daha nitelikli, ahlaklı bireyler kazandırmak istiyorsak, fetüsün gelişim sürecine, rahimdeki hayatına odaklanmalı ve bu süreçte onu olumsuz etkenlerden korumalıyız. Çünkü ahlakın temeli orasıdır! Sağlıklı, erdemli bireyler yetiştirmek, temelde annenin sorumluluğundadır; doktorlar, sistem, devlet ve inançlar ise destekleyici bir rol üstlenir.
İnsanlar sonradan ahlaksız, beceriksiz ya da yeteneksiz olmaz; bu özellikler onların doğum öncesi dönemine dayanır. Rahimde kötü muameleye maruz kalmış bireyler, alt beyin yapılarında yetkinleşir ve korteks fonksiyonlarını feda eder. Bu bireyler, toplumla aralarında bir rövanş hissi geliştirebilir; biz ise bunun kökenini göremediğimiz için bu davranışları ahlaksızlık olarak nitelendiririz. Bu tür bireylerin doğum oranını azaltmak için toplum olarak gebeliklere yüksek bir değer atfetmemiz gerekir.
Gebelik sürecinde maddi manevi hiçbir tasarruftan kaçınılmamalı, tüm imkanlar seferber edilmelidir. Ahlakın temeli, ana rahmine düşen ilk anla birlikte başlar. Sağlıklı bir rahimde gelişen bir bireyle, hastalıklı ve stresli bir rahimde gelişen bireyi aynı ahlaki kapasitelerde görmeye çalışmak, gerçeği göz ardı etmektir. Bu gerçekleri yeniden, tekrar tekrar anlatmak durumunda kalmam oldukça ilginçtir.