Türkiye’nin her ilinde aile hekimliğine geçildi ve acil servisler boşaldı. Boşaldı ama azalan hasta sayısı değil, hekimler oldu. Ne kadar plansız, programsız iş yaptığımızın bir örneğini daha yaşıyoruz. Bir tarafı yapmaya çalışırken diğer tarafı yıkmaktan çekinmiyoruz. Ayakta durması bile mucize iken, acil servislerin çoğu artık yerle bir oldu.
Yaşananlara çok boyutlu bakmakta yarar var. İddia ne idi: “Sağlık ocakları yetersiz, hekimler hiçbir şey yapmıyorlar, bütün gün oturuyorlar”. Aile hekimliği için kişi başına hekim sayısı kıstası getirildi. Ambulanslar, acil servisler ve hastanelerin diğer alanlarındaki pratisyen hekim arkadaşlarımız birinci basamağa geçti. Bu durumda, birinci basamaktaki hekim sayısının yetersiz olduğunu kabul etmek gerekir! Ama sağlık ocaklarından daha önceden beklenen, şu anda aile hekimleri ve toplum sağlığı merkezlerinin üzerine düşen tüm işleri yapması idi. Desteklemeyin, sorunları görmezden gelin, sonra çalışmıyorlar, diyerek şikâyet edip sistemi tamamen değiştirin. İyileştirme de, değişim de, dönüşüm de zaman içinde gereklidir; ancak yöntemini iyi belirlemek ve sorgulamak önemlidir.
Acil servislerde yıllardır hizmet veren pratisyen hekimler, kurtuluşu aile hekimliğine geçmekte buldular. Yoğun hasta yüküne rağmen özveri ile çalışırken, malpraktis ve saldırı riski çok daha az olan aile hekimliğini tercih ettiler. Haksız değiller. Yıllardır önemli gelişmeler yaşansa da acil servislerde çalışan memnuniyeti ve hakları bakımından iyileşmeler hiç yapılmadı. Sürekli hasta yanlı açıklamalar ve başta hekimler olmak üzere sürekli çalışanların suçlanması ile sağlık personeli kaçmak için ilk fırsatını kolluyordu ki, gerçekleşti. Hasta haklarının korunması konusunda hiçbir itirazımız olamaz, özelikle konu acil sağlık hakkı ise tartışmaya bile gerek yok. Ancak, personel ve ekipman kısıtlılığı ile mükemmel sonucu beklemek hayalperestlikten öteye gidemez.
Uzun yıllardır acil servislerde çalışan pratisyen hekimler gidince, hizmetin yükü kalan az sayıdaki pratisyen hekime, varsa acil tıp uzmanına ve diğer branş uzmanlarına kaldı. Bugün itibariyle birçok devlet hastanesinin acil servisinde bir hekim 8 saatlik vardiyasında 120 ile 150 arasında hasta bakıyor; ortalama 3.2 ile 4 dakikada bir hasta. Yemek yemek, su içmek, tuvalete gitmek gibi insani ihtiyaçlar göz önüne alınmaksızın ortaya çıkan ortalama bir süre bu. Üzücü nokta şu ki, yapılan tıbbi hatalarda yine “dikkatsizlik ve tedbirsizlikle ölüme sebebiyet” suçu ile yargılanacak ve ceza alacak olan yine hekimin kendisi olacak. Suçun tazminat kısmını sigorta öder diye savunma üretilebilir, ama mahkûmiyeti ve vicdani cezayı kim yaşayacak? Ayrıca, sigorta şirketleri şartlar ne olursa olsun tazminatı öderim diye kabul ediyorsa, bu sistemin düzelmesi de olanaksızlaşır. Düşünün ki her tarafı dökülen bir arabanız var ve araçtan kaynaklanan sorun nedeni ile kaza yaptınız. Hangi trafik sigortası hasarı veya tazminatı ödemeyi kabul eder. Yoksa sigortalanırken yaptığımız ödemenin yarısının kurumca karşılanması, sorumluluğun ve suçun baştan kabulü anlamına mı geliyor?
Sorunun bir boyutu da branş hekimlerinin acil servis nöbeti tutmaya zorlanması. Günü kurtaran bir uygulama daha. Uzmanların büyük bir kısmı itiraz ederken, bazı uzmanlar ise acil serviste kendi branşları ile ilgili olabilecek hastalara bakmak istiyorlar; tamamen performans ile ilgili olduğu aşikâr. Nöbet tutmak istemeyenler de haklı. O sorumluluğa girmeyi göze almak zor. Daha da önemlisi, acil tıp hekimliğinin başlı başına bir tıp disiplini ve uzmanlık alanı olduğunu, kendi eğitimlerinin yetersiz kalacağını, hatta yıllardır kendi alanlarında çalıştıkları için istenmeyen sonuçların ortaya çıkabileceğini ifade ediyorlar. En azında acil tıbbın, ayrı bir uzmanlık alanı olduğunu ve acil servislerde bu konuda eğitim almış tam zamanlı hekimlerin çalışması gerektiğini kabul etmiş oluyorlar ki, bize de teşekkür etmek kalıyor.