Her insan, yaşamını devam ettirmek ve huzur duyabileceği bir standarda ulaşabilmek için pek çok şeye muhtaç bir halde yaratılmıştır. Ancak yalnız başına herşeyi başarma imkânına sahip değildir. Bu husus, karşılıklı yardımlaşma içinde olması gereken insanların bir araya gelmesiyle mümkün olabilmektedir. Her bir meslek grubu, ötekinin ayakta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu şeylerden bir kısmını gerçekleştirir. Sosyalitenin bu güzel ancak karmaşık yapısı, ortaya çıkması muhtemel haksızlıkları önleyecek bir adalet mekanizmasına şiddetle ihtiyaç duyar. Bu nedenle insanlar adalet mekanizmasını gerçekleştirmek maksadıyla, yeryüzünde birtakım yapılar meydana getirmişlerdir. Devlet ise bu yapıların en büyük ve en yerleşik olanıdır.
İdeal bir devlet, sağlıklı bir organizmaya benzer. Canlının varlığının korunması için, onun uzuvlarının bir arada ve ahenkli bir tarzda kendilerine düşen görevi yerli yerince yapması nasıl gerekli ise insanların da bir arada olması ve bir bütün teşkil etmesi, aralarında iş bölümü yapması ve herkesin kendisine düşen görevi yerine getirmesi vazgeçilmez bir gerekliliktir. Sağlıklı bir bedenin bütün organları, canlının hayatını devam ettirmek için birbirleriyle yardımlaşırlar. Bedenin organları birbirinden farklıdır, güç ve yaratılış açısından da birbirlerinden üstündür. Bedende başkan durumunda olan bir organ, bir kalp vardır. Bu organ aynı zamanda kan dolaşımını sağlayan “dolaşım sistemi”nin mihveri konumundadır. Kendisine düşen görevi en iyi şekilde yapar, diğer vücut sistemlerinin örneğin “sindirim sistemi”nin işini ona bırakır, çalışmasını engelleyecek şekilde ona müdahale etmez. Devlet de bilhassa adaleti tesis bağlamında, toplumun fertlerine hayat kanı taşıyan, onların maddi-manevi hayatlarını teminat altına alan bir kalp özelliğindedir. Eğer asli görevini bırakıp örneğin sindirim sistemi göreviyle hareket ederse, sosyal hayat sekteye uğrar, düzen bozulur, yönetenler ve yönetilenler huzursuz olurlar.
Her kurumun, her birimin asli görevi aynı zamanda onun meydana getirilme gayesidir. Öyleyse gayeden sapmamak esastır. Gayede sapma, sosyo-politik bozulma ve kargaşanın başıdır. Sözgelimi “halkın mutluluğu” yerine, “şan-şöhret-çıkar”, herhangi bir kimsenin veya kurumun gayesi haline gelecek olursa bunlar, kendilerini o gayeye ulaştıracak tek vasıta olarak gücü görebilirler. İşte o andan itibaren artık o kişilerin ortaya koyacakları tek davranış “kuvvet gösterisi” olacak, bunu gerçekleştiren her fiil, onlar için “en iyi fiil” halini alacaktır. Bu ise “can, mal, akıl, din ve nesli” adalet ilkeleri çerçevesinde koruyup kollaması gayesiyle teşkil edilen devlet kurumunun, gayesinin aksi istikametinde işlemesi demektir. (Geniş bilgi için bk., Olguner Fahrettin, Farabi, s.104-114, 155-161; Bolay Süleyman Hayri, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s.97-98). Sözgelimi “Sokrat ile zamanın kanuni mercileri arasında unutulmaz bir çatışma vuku bulmuştur. O, ahlaksızlık ve kâfirlik suçlarından dolayı mahkemede hüküm giydikten sonra, hemşerileri tarafından idam ettirilmiştir. Kâfirliği, devlet tarafından tanınmış olan ilahları inkâr etmesidir, ahlaksızlığı da doktrinleriyle ve öğrettiği şeylerle (güya!) gençliği ifsat eden bir şahıs olmasındandır.” (Bk. Mill, J.S., Hürriyet, s.45-46).
İmam Ebu Hanifelere, Ahmed b. Hanbellere, İbni Teymiyelere ve daha nice İslam âlimine reva görülen baskı, işkence ve haksızlıklar da unutulamayacak acı tablolardır (Bk., M. Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.158-164, 360-367, 583-601) ki bunun da sebebi söylediğimiz gibi devletin kuruluş amacının dışına çıkmasıdır ve sıradanlığı tercih eden bireyler ile gerçekten büyük şeylerin başarılamayacağını farketmeden, insanlarını kendi elinde körükörüne itaat eden birer alet olsunlar diye cüceleştirme çabasıdır.
Nasıl ki, vücuttaki hücrelerin gereğinden fazla aşırı üremeleri kanser diye bildiğimiz hastalığın temel sebebi ise (Aktay Yasin, Tezkire (Üç Aylık Derleme; “Cumhuriyet Bir Hiper-Gösteren”, XVI-8), hükümetin kudretini, devletin vazife ve yetkisini lüzumsuz yere arttırmak da sosyo-politik hayatın kansere yakalanması demektir (Bk., Mill, J.S., Hürriyet, s. 216-217). Toplumsal huzurun kaçtığı, vazifelerin karıştığı, kaosun hâkim olduğu sancılı dönemlerde, adalete olan özlem çok daha üst düzeylere çıkmıştır. Adaletin yeniden nasıl tesis edilebileceğinin ve daima üstün tutulabileceğinin tartışılması böyle zamanlarda daha elzem bir hal almıştır. Çünkü, teşvik edici bir düşünsel çatışma olmaksızın toplumda fikri gelişme olamayacağı açıktır (Bk., Muhammed Esed, İslam’da Yönetim Biçimi, s.28).
Sıkıntıları giderecek, mutluluğu getirecek en önemli bir esas, devletin bütünüyle başına buyruk, keyfi ve usdışı bir şekilde davranmaması (Bk., Copleston Frederick, Felsefe Tarihi Spinoza, Çev. Aziz Yardımlı, s.57), kendileri için kurulduğu fertleri ve toplumu sindirme yoluna gitmemesi, fikir dünyasını bezeyecek faal ve müdakkik dimağların, dürüst ve korkusuz insanların varlığına tahammül göstermenin ötesinde sevinmesidir…[1] Bu sayede adaletin üstünlüğüne halel gelmeme imkânı daha da artacaktır.
Kur’an’da Mümtehine Suresi’nde yer alan şu ayet-i kerime, her şart ve mekânda adaletle davranmanın gerekliliğini en üst perdeden ilan eden eşsiz pasajlardandır:“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.”(60 Mümtehine 8).
Şu ayet ise bir kavme, öteki diye kategorize edilen insanlara duyulması muhtemel kin ve nefretin dahi adil davranmaya ve adaleti üstün tutmaya engel olmaması gerektiğini açık bir şekilde vurgulamaktadır: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (5 Mâide 8). Bu ayette, İslâm’ın sosyal, hukukî ve ahlâkî amaçlarının önemli bir kısmı özetlenmektedir. “Ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde davranmayı sağlayan ahlâkî erdem” anlamına gelen adalet, sosyal hayatın en önemli denge unsuru ve teminatıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ müminlere adaletle şahitlik etmelerini, herhangi bir topluma karşı besledikleri öfke yüzünden onlar hakkında adaletten ayrılmamalarını emretmiştir. Âyet-i kerîme, insanların Allah katında en üstün değer olan takvâ (49 Hucurât 13) faziletine erebilmeleri için adaletli olmaları ve düşmanları hakkında kalplerinde besledikleri öfkenin onlara karşı haksızlık yapmalarına sebep olmaması gerektiğini bildirmektedir. Müminler, haksızlığı ortadan kaldırarak yerine hakkı ve adaleti getirmek, bu husustaki faaliyetlere katkıda bulunmakla mükelleftirler. Kur’an’ın ana maksatlarından biri de adalet ilkesine dayalı ve hukuka güvenin hissedildiği bir sosyal düzen kurmaktır. (Kur’an Yolu Tefsiri (Diyanet), Cilt: 2 Sayfa: 229).
[1] Hz. Ömer ile ilgili şu hadise ne kadar manidardır: “Ebu Bekir b. Abdullah el-Hüzeli, Hasan-ı Basri’den naklen şöyle anlattı: Bir adam gelip Hz. Ömer’e -Allah’tan kork ey Ömer- dedi ve sözü uzattı. Bunun üzerine orada bulunan birisi adama, -Sus, Emiru’l-Mü’minine karşı fazla konuştun- dedi. Hz. Ömer şöyle dedi: -Bırak onu, konuşsun. Eğer biz onların doğru sözlerini kabul etmezsek bizde hayır yoktur-.” (Zeydan Abdulkerim, İslam’da Ferd ve Devlet Münasebetleri, s.57).