Adalet insan(lığ)ın uzun tarihsel süreç içerisinde belki de yaşadıkları tüm problemleri önceleyen bir içerikte olmuştur. Çünkü ekonomiden siyasete, toplumdan kültüre adalet, ancak tüm gündelik detaylar üzerinde yansımalarını gösterdiği taktirde hayat yaşanabilir hale gelmektedir. Kavramın çok farklı kültürlerdeki yoğun kullanımı, onun evrensel bir insanlık çıpası olduğuna işaret etmektedir en azından.
İslam literatüründe zulmün zıttı olarak ortaya çıkan adalet kavramı, her şeyden önce “hak” ve “hakikat” ile ilintilidir. Bu bağlamda adalet, ‘bir şeyi ait olduğu yere koymak”; zulüm ise, “bir şeyi ait olmadığı yere koymak” şeklinde ıstılahta tanımlanmaktadır. Bu tanımlar öncelikle şöyle bir soruyu ortaya çıkarıyor: “bir şeyin (eşyanın) ait olduğu yer nasıl bilinecektir?”
Burada “hak”, “hakikat”, “tabiat”, “eşya”, “Tanrı” ve “adalet” kavramlarını birbirleriyle ilintileri içinde bir açımlama yapmak gerekmektedir. İlkin, bütün dinlerde adalet vurgusu bulunmaktadır ve hiyerarşik olarak adalet üst düzeyde yer almaktadır. Özelde İslami söylemde hem Tanrı’nın adaletinden bahsedilir hem de sürekli adalete bir çağrı bulunmaktadır. Fakat kutsal kitaplarda adalet, birkaç mesele dışında genelde soyut ve anonimdir. Bunun anlamı; adaletin nasıl gerçekleşeceğinin insanın çabalarına bırakılmış olmasıdır.
İslami söylemde varlık âlemindeki ilişkiler çok genel olarak Tanrı, insan ve tabiat (geniş anlamda eşya) arasında cereyan etmektedir. Bunu detaylandırırsak Tanrı-insan, insan-insan ve insan-tabiat arasındaki ilişkiler olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla tüm bu ilişki biçimlerinin adaletli olması demek, bu varlıkların kendileri için belirlenen konum ve sahip oldukları mahiyetle uyumlu ilişkiler geliştirmeleri anlamına gelmektedir.
“Tanrı” diye bir varlıktan bahsetmek, mutlak “iyi”den bahsetmek demektir ve adaletin garantisidir. Tanrı’nın bir diğer ismi “Hak” olup en üstün hakikati ifade etmektedir. Dolayısıyla mutlak hakikatin referansı da Tanrı’nın bizzat kendisidir. Tanrı-insan ilişkileri ile bunun yatay düzeydeki yansıması olan insan-insan ve insan-tabiat arasındaki ilişkiler de bu hakikatten beslenmektedirler.
Tanrı, insan ve tabiatı da belirli ilkeler ve dolayısıyla gerçeklik üzerine yaratılmıştır. Tabiatta varolan eşyanın da bir hakikati vardır ve ona göre bir hareket geliştirir. Söz gelimi; ağaç, taş, kuş vb. tüm eşyanın kendi tabiatında görünür olan hakikati vardır ve bu işlevini yerine getirmeye çalışmaktadır. Aslında tüm eşyanın kendi hakikati çerçevesinde hareket etmesi adaletin bir gereğidir. Bu bağlamda insanın tabiat ile uyumu esas olmalıdır. Fakat premodern dönemde insanın kendisini değiştirmesi esas iken, bugün insanın çevre ve tabiatı değiştirmesi; dolayısıyla onun hakikat genleriyle oynaması söz konusudur. Dolayısıyla insan ile tabiat arasındaki ilişkilerde adalet bozulmuş görünmektedir. Üstelik modern zamanlarda tabiat “aşkın” anlam ve boyutlarından azade kılındığı için, hem insan tabiatı kendi asli formlarında algılamamakta hem de kendi arzuları çerçevesinde talan etmektedir.
Yine insan-insan ilişkileri de hakikate dair referanslarını kaybettiği için bir bunalım yaşamaktadır. Bir kere insanın hem sözleri hem de amellerinin hakikate olan göndermeleri üzerinden değil, yaratılan algılar üzerinden değerlendirildiğini görmekteyiz. Eskiden söylenen bir söz için “hakikatiniz var efendim” dendiğinde o kişinin sözlerinin dış dünyadaki hakikate tekabüliyetinden bahsedilirdi. İşte burada söz ve amel ile hakikat arasındaki örtüşmeyi tanımlayan “hikmet” insan hayatının merkezindeydi. Fakat hakikat artık merkezi olmaktan çıktığı için, adalet de aranıp bulunmayan bir kavram haline gelmiştir.
Gerek insan-insan gerekse insan-tabiat ilişkilerinde adaletin sağlanması insani çabalarla doğrudan ilgilidir. Ücret politikalarından gelir dağılımındaki adalete, şehrin düzenlenmesinden tarım üretimlerine kadar akla gelebilecek tüm faaliyetlerin, insan ve tabiatın hakikatlerinden kopmadan adaletin konusu olduğu sürekli hatırlanmalıdır.
İşte yukarıda betimlenen bu ilişkiler çerçevesinde denilebilir ki, adaletin ikamesi bir hakikat olarak Tanrı’nın yeryüzünde tecellisi demektir. “Eşyayı ait olduğundan başka bir yere koymak” ise bugün çağdaş dünyanın sorunlarının kaynağı gibi görünmektedir.