Eşyayı hak ettiği yere koymak şeklinde bodurlaştırabileceğimiz adalet tarifinin en büyük çeldiricisi “eşitlik”.. Derinlikten yoksun ve göz kararı bir endazeyle, her yükseltiyi ve her çukuru eş seviyeye getirici bir ifade: eşitlik.. Hak edene hak ettiği ölçüde hakkını teslim etmek yerine, en kaba mikyaslarla, herkese aynı oranda tatbik edilen statik bir uygulama.. Rüzgarın tatlı esintisine karşılık vantilatörün sabit üfürmesi.. Doğada zevkli bir gezinti yerine yürüme bandındaki mecburi sebatkarlık.. Piyanonun muhteşem zarafeti karşısında bir davulcu tokmağı gibi bed ve banal..
Eşit şartlarda yarışma adına balıkla maymunu kavağa tırmandırıp yarıştıran, bunu da süre sınırı ile kayıt altına alarak güya tarafsız hissi uyandıran eşitlikçi anlayış, gerçekte, düpedüz haksızlığın resmini çerçeveler. Hakeza herkese eşit miktar yemek, eşit miktar maaş, eşit miktar şu bu… Tıpkı herkese aynı beden elbise kadar çirkin ve aynı kalıp ayakkabı kadar talihsiz..
Toplumların en dayanamadığı şey haksızlıktır. Haksızlık zulmü doğurur. Zulüm ise adaletin tersidir. Bu ikisi birbirine zıt olup, birinin bulunduğu yerde diğerine yer yoktur. Bu sebeple, toplumlarda Allah inancında bile şüpheye yer varken haksızlığa yer bulunmaz.
Düzen; bir düşüncenin şemsiyesinde, eşyanın olması gerektiği gibi sıralanması ve kendi içinde tutarlılık arz eden bir uyumun ifadesidir, bu sebeple bir gaye etrafında örgüleşmiş bir nizamı temsil eder. Tertip, estetik kaygılarla eşyanın yanyana getirilmesinden ibaret olup herkesin keşfedebileceği, düzen ise sadece vakıf olanların anlayabileceği bir şey. Bu itibarla, hak edene hakkını vere vere varılacak nihai nokta, düzen idrakinde düğümlenir. O halde düzen, adaletin varlığında ortaya çıkan ve onun sayesinde eşyanın bir araya gelerek sistemleşmesi anlamına gelir. Bu bağlamda adaletin varlığı, düzenin tesisi için şarttır. Varılacak istasyon uğruna bazı rayları feda etmekte bir beis görmeyen Goethe’nin sözü ise bu noktada akıl yakıcı: “Düzensizlik yapmaktansa haksızlık yapmayı tercih ederim” Demek ki hakkı hak edene teslim etmek yani adaleti temin etmek, esasta düzen mimarisi için aranan bir koşul.
Eşyanın dış yüz kabartısı tertibi, onun içine vakıf olmak ise düzeni ifade eder. Dolayısıyla tertip fenomen, düzen ise nomen’e karşılık gelir. Biri kabuk, diğeri cevher. Biri konağı, diğeri konağın içindeki kütüphaneyi, biri kanunlar manzumesi, diğeri tasavvufi derinliği vaat eder. Bu noktada resmiyet ve meşruiyet meselesini de açmak gerekir. Resmiyet, hukuk kuralları çerçevesinde, meşruiyet ise adalet içerisinde deklare edilir. Dolayısıyla bir şey meşru olmayıp resmi olabilirken (kitabına uydurma), diğeri resmi olmayıp meşru olabilir (marazlı adalet anlayışı). İdeali hem resmi hem meşru olmasıdır. Aksi halde ilki naylon fatura simsarı, diğeri Robin Hood olur.
Hukuk, adaleti temsil etmelidir. Bu sebeple meftunu olunacak şey, hukukun değil adaletin üstünlüğüdür. Bir pastayı iki eşit parçaya bölerken, mikron düzeyindeki bir hata adaleti zedeler, oysa ki pastayı kesme hakkı birine, parçayı seçme hakkı diğerine verilmesi, adalet arayışındaki ruhu daha iyi temsil eder. İhmal edilebilir matematik hataları, istatistiki bir kabule mecbur bıraksa da, onun bir hata olma gerçeğini gizleyemez.
Hukukun aradığı; tahammül sınırları içerisindeki “doğru” iken, adaletin aradığı; “mutlak doğru”dur. Mutlak doğrunun ne olduğu tam olarak bilinmese de, geniş ağzına hangi yönden akarsa aksın nihayette tek boru halinde mihraklaşan bir huni şeklinde tahayyül edilebilir. Bu sebeple “tek doğru vardır” düşüncesi oldukça sığ ve beleşçi bir anlayıştır. Sokrat ölürken “neyin doğru olduğunu bilmediğimiz bir hayat yaşıyoruz” diyerek bütün dalların birleştiği bu kökü işaret ediyor. Öte yandan, Aristo’nun “iyi iki tanedir: birisi mutlak iyi ki bunu kimse bilmez, diğeri, sana iyi” ifadesi de konumuza şah misal teşkil ediyor. Adalet, mutlak doğruyu aradığına göre, Aristo’nun ifadesindeki sana iyi bana iyi misalleri, adaletin gerçek manada bulunamayacağı gerçeğinin resmini çizmekte..
Adalet herkes içindir fakat daha çok zayıfın hakkını koruma ve onu güçlünün karşısında aynı çizgide hizalamak içindir. Toplumlar sosyolojilerine göre hukuk üretirler. Dolayısıyla bir toplumun sosyolojik yapısıyla nasıl ki başka bir toplumunki bir değilse, bu iki toplumun hukuk anlayışı ve dolayısıyla adalet inancı da birbirinden farklı farklıdır. Fakat evrensel değerlerin çatısı altında oluşmuş hukuk kuralları, mutlak adaletin arayışında daha söz sahibi olur. Tarihimizde Osmanlı’nın son dönemde Mecelle kuralları bu anlayışla ortaya çıkmıştır. Son din İslam’ın içinde pırıldamış remz şahsiyet, Hazreti Ali’nin “devletin dini adalettir” ifadesi, devlet idaresindeki din anlayışını da bu sözle billurlaştırmakta.. Adaleti uygulayan galip gelir.. Hazreti Ömer’in sözünü mahyalaştıran Atatürk “adalet mülkün temelidir” derken, adaletin her yönüyle esas olduğu gerçeğini vurguluyor. Küfür devam eder fakat zulüm devam etmez.. Bu söz, Allah inancında bile toplumda şüpheye yer var ancak haksızlığa yer yok fikrini perçinlemekte. Her şeye tahammül var fakat haksızlığa yok.. Bu itibarla, bir güçlünün yıkılacağının ipucu, onun adaletten verdiği taviz içinde saklı.