Türkiye geçtiğimiz günlerde iki yeni Avrupa Sözleşmesine taraf oldu. Bunlardan biri Avrupa Konseyi’nin Kadına Yönelik ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Edilmesine Dair Sözleşmesi. Orijinal metni 30-40 sayfa olan ve 81 maddeden oluşan sözleşme 7 Nisan 2011 tarihinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinde kabul edildi. (http://conventions.coe.int/Treaty/EN/Treaties/HTML/DomesticViolence.htm) 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da ülkelerin imzasına açıldı. On üç ülke tarafından imzalanan ve Türkiye Hükümeti’nin ilk imzacı olduğu sözleşme, TBMM tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecek. Onaylanmaması durumunun söz konusu olacağını düşünmüyorum.
Diğeri de, Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi. Türkiye Hükümeti tarafından sözleşmenin onaylandığına dair karar 10 Eylül 2011 tarih ve 28050 sayılı Resmi Gazete’de yayımlandı.
Her iki sözleşme oldukça yeni olup, imzalanmaları ve onaylanmaları son derece olumlu gelişmelerdir. İki sözleşme, yaklaşım ve taraf ülkelerden beklentiler konusunda benzer özellikler taşımaktadır. Kadına yönelik şiddetle mücadele sözleşmesi, kadına yönelik her tür şiddeti kapsamakta olup, içeriğinde 4P-Prevention (Önleme), Protection (Koruma), Prosecution (Kovuşturma), Policy (Siyasal)-yaklaşımına ilişkin ayrıntılı yükümlülükler belirtilmektedir. Çocukların cinsel istismardan korunmasına dair sözleşmede de aynı 4P yaklaşımı görülmektedir. Sözleşme gereklerinin yerine getirilmesinde, ilk ve ortaöğretimde çocuklara cinsel sömürü ve istismardan korunma yollarına ilişkin eğitim verilmesi, mağdurların fiziksel ve psiko-sosyal iyileşmelerine yardım etmek için gereken tedbirlerin alınması gibi eğitimden emniyete tüm kurumlara düşen sorumluluklar var. Her iki sözleşmenin sadece imza düzeyinde kalmaması, toplumda olumlu yansımalarının hissedilmesi için içinin doldurulması, en üst düzey devlet kurumlarından, toplumdaki duyarlı her bir bireye kadar pek çok kurum ve kişinin emek sarf etmesi gerekmektedir.
Sözleşmelerde, taraf devletlerden, uygulayıcıların 7 gün 24 saat acil müdahale etmesini sağlayacak düzenlemeler yapması beklenmektedir. Dolayısıyla sözleşmeler doğrultusunda bazı yasal değişiklikler yanı sıra uygulamaya yönelik mağdurları örselemeyecek, koruma ve kovuşturma süreçlerini kolaylaştıracak düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Bu yönüyle her iki sözleşme adli tıp uygulamalarını çok yakından ilgilendirmektedir. Mevcut uygulamada, özellikle gerek çocuklara gerekse kadınlara yönelik cinsel şiddet olayları ile ilgili adli tıp incelemelerini içeren süreçlerdeki mağduru örseleyici hizmet yapılanmalarının yarattığı sıkıntılar her fırsatta dile getirilmekte idi. Keşke olması gereken bu düzenlemeler, uluslararası sözleşmelerin gereği olmaktan öte, ülke insanımız hak ettiği için, onlara verilen değer doğrultusunda çoktan yapılmış olsaydı.
Her iki sözleşmeyi okuduğumda, Sağlık Bakanlığı Çocuk İzlem Merkezi ve Üniversitelerin Çocuk Koruma Merkezlerinin ne kadar isabetli çalışmaların ürünü olduğunu düşündüm. Bu tür hizmet birimlerinin yaygınlaştırılması, Sağlık Bakanlığının üzerinde çalışmakta olduğu Kadın İzlem Merkezlerinin bir an önce devreye sokulması, bunun için gereken kurumlar arası işbirliklerinin hayata geçirilmesi gerektiğini aklımdan geçirdim. Var olan altyapı ve insan kaynaklarının etkin bir şekilde kullanılacağı, ülkemize özgü, uygulanabilir, ulaşılabilir ve etkinliği yüksek bu tür hizmet modellerini oluşturmamak için bir nedenimizin olmadığı kanısındayım. Yeter ki yapmak isteyelim.