Tıp ile hukukun kesişim kümesini oluşturan adli tıp, özellikle ülkemiz açısından özünde bir bilirkişilik uğraşısıdır. Her ne kadar adli tıp ismi toplumun büyük kesiminde ölümü ve otopsiyi çağrıştırsa da, aslında adli tıbbın uğraşı alanı ağırlıklı olarak yaşayan bireylerdir.
İnsanların vücut bütünlüğüne ya da cinsel dokunulmazlığına karşı işlenen suçlarda, ilk planda suçun ve suçlunun tespiti faaliyetinde önemli rol oynayan adli tıp, diğer yandan suçu ağırlaştıran hallerin tespitine de katkıda bulunarak, bilirkişi sıfatı ile, yargılama faaliyetinin aktörleri arasındaki önemli yerini almaktadır.
Özellikle ceza yargılamasında önemli bir rolü olan adli tıp, bazen başrolde yer almaktadır. Nitekim, son altı ay içerisinde ülke gündemini belirleyen iki olayda adli tıp, verdiği raporlar ile başroldedir. Bu raporlardan biri Hüseyin Üzmez, diğeri ise İbrahim Şahin ile ilgili raporlardır. Söz konusu iki raporun da ortak özelliği ceza yargılaması sonucunu etkilemesidir.
Türk Ceza Adalet Sisteminin omurgasını oluşturan Türk Ceza Kanunu’nun bazı maddelerinde işlenen suç neticesinde mağdurun ruh sağlığının bozulması, suçu dolayısıyla cezayı ağırlaştıran bir unsurdur. Ruh sağlığının bozulup bozulmadığının tespiti ise doğal olarak, ilgilinin hekim ya da hekimler kurulunca muayenesinden sonra belirlenebilecek bir durumdur. Türkiye’de bu görev nerede ise istisnasız olarak Adli Tıp Kurumu 6. İhtisas Kuruluna verilmiştir. Yanlış, işte burada başlamaktadır.
Diğer yandan, 1982 Anayasamızın Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkilerini sayan 104. maddesinde “sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak” ifadesi yer alır. İşte bu ifadede yer alan sürekli hastalık tanısının belirlenmesi görevi, istisnasız olarak Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kuruluna verilmiştir. Yanlış işte burada başlamaktadır.
Ceza hukukunun genel ilkelerinden biri de, suçu işleyenlerin cezalandırılabilmesi için kişinin belirli yaş ve akıl olgunluğuna (cezai ehliyet) sahip olmasıdır. Bu bağlamda şüpheli ya da sanığın suçu işlediği anda şuur serbestisini ortadan kaldıracak ya da önemli derecede azaltacak akıl hastalığının olması durumunda suç teşkil eden eylemin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayan ya da davranışlarını yönlendirme yeteneğini kaybeden faile ceza verilmez. Cezai ehliyetin belirlenmesi de ülkemizde istisnasız olarak Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kuruluna verilmiştir. Yanlış, işte burada başlamaktadır.
Yanlış nerede derseniz?
Hukuk sistemimize göre hakim, bilirkişiyi seçme yetkisine sahip olduğu gibi, hiçbir bilirkişi görüşü ile de bağlı değildir. Kanunla kurulan adli tıp kurumu nerede ise evrensel hukuk ilkelerini işlemez hale getirmiştir. Adli tıp kurumu, varlığı ile bilirkişi seçimini işlemez hale getirerek ülkemiz tıp fakültelerindeki adli tıp anabilim dallarının gelişememesine ve giderek işlemez hale gelmesine neden olmuştur.
Bilirkişi seçimindeki temel ilke, bilirkişinin istenilen konuda uzman olması, çağdaş bilgiye sahip olmasıdır. Oysaki günümüzdeki bilirkişi seçimi adla ilgilidir. İhtisas kurullarının yapısına ve üyelerin seçiliş şekillerine bakılacak olursa, yapılan yanlışlar gayet net bir şekilde görülecektir. Posttravmatik sendrom sonucu gelişen demansın tespitinde ortopedi ve travmatoloji uzmanının yeri nedir?
Çok önemli bir görevi yasaların kendisine çizdiği sınırlar içinde yapmaya çalışan adli tıp kurumunun deyim yerinde ise tek bilirkişi gibi çalışması, verilen raporların haklı ya da haksız çok sayıda eleştiriye uğramasına neden olmaktadır.
Adaletin tecellisindeki önemi herkesçe bilinen ve kabul edilen adli tıbbın, adli tıp kurumunun işleyişi ile ilgili olarak sık aralıklarla olumsuz şekilde gündeme gelmesi ülkemiz adli tıpçılarını üzmektedir. Meslekte 22. yılını yaşayan bir adli tıp uzmanı olarak kısa vadede “Adli Tıp Bilirkişilik Şurası”nın toplanmasını Adalet Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı katında teklif ediyor ve gerekirse bu görevi üstlenmeyi talep ediyorum.