Ülkemiz Üniversite sistemi 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununa dayanır. Kanunun 22. maddesi öğretim üyesinin görevlerini tanımlamaktadır. Madde beş fıkradan oluşmakla beraber ana tanım ilk iki fıkrada yer almakta. Bunlar aynen “Yükseköğretim kurumlarında ve bu kanundaki amaç ve ilkelere uygun biçimde önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim – öğretim ve uygulamalı çalışmalar yapmak ve yaptırmak, proje hazırlıklarını ve seminerleri yönetmek, ve Yükseköğretim kurumlarında, bilimsel araştırmalar ve yayımlar yapmak,” şeklinde zikredilmektedir. Buradaki en temel iki görev eğitim ve araştırmadır. Ancak bununla birlikte “uygulamalı çalışmalar” sihirli sözcüklerdir. Kanunun 58. Maddesi ise Üniversitelere Döner Sermaye kurma hakkı ve öğretim üyelerinin uzmanlıkları kapsamında hem akademik araştırma hem de topluma hizmet sunma hakkını vermektedir ki son derece doğru bir uygulamadır. Bununla birlikte, 4691 sayılı Kanun ise Teknoloji Bölgelerini tanımlamakta ve buralarda öğretim üyelerine Ar-Ge yapma, dolayısıyla ek kazanç sağlama olanağı verilmektedir. Döner sermaye üzerinden yapılan hasta tedavileri, projeler ve danışmanlıklardan gelen paralardan başta vergi olmak üzere birtakım kesintiler yapılmakta ve Üniversite Yönetim Kurulunun takdir ettiği oranda öğretim üyesine ödeme yapılmaktadır. Bu sistem Üniversitelerin temel işlevleriyle son derece uygundur. Özellikle tıp ve diş hekimliği ile doğrudan hastaya tedavi ve destek hizmetleri sunan diğer sağlık bilimleri, eczacılık, mühendislik, uygulamalı fen ve sosyal bilimlerdeki uygulamalar araştırmanın temel bileşenlerindendir. Diğer bir ifade ile, bu tür uygulamalı alanlarda araştırma yapan akademik personelin uygulamalı çalışması zorunludur. Örneğin cerrahi bilimlerde çalışan bir akademik personelin ameliyat yapmaması, diş hekiminin diş protezi yapmaması, tünelcilik alanında çalışan birinin tünele girmemesi düşünülemez. Bu çalışmaların tamamının da doğrudan araştırma fonlarından desteklenmesi de mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla uygulama işin doğasında olan bir süreçtir. Yine Ar-Ge süreçlerine öğretim üyelerinin katılımı ve katma değeri yüksek ürün ve süreçlerin üretilmesi bağlamında sahip olduğu akademik bilgiyi toplumun hizmetine sunması da son derece uygun bir yöntemdir. Bu yöntem özellikle ABD, Japonya ve Çin pratiğinde çok başarılı olmuş ve olağanüstü gerek kurumlar gerekse ülkeler büyük gelirler sağlamıştır. Bu gelirlerin bir kısmı temel araştırmalara ayrılmış ve topyekün bir kalkınma sağlanmıştır. Daha açık bir ifade ile Ar-Ge sonucunda elde edilen patent gelirlerinin bir bölümü temel araştırmayı desteklemiş ve araştırmanın da ivmelenmesini sağlamıştır. Akademik personele sağlanan bir diğer gelir yöntemi de yarı zamanlı çalışma olanağıdır. Bu yolla muayenehane, mühendislik, avukatlık veya danışmanlık ofisi açma ve serbest çalışma imkanıdır. Bunlara baktığımız zaman öğretim üyesi için ek para kazanmanın bir çok yasal yolu tanımlanmaktadır. Bunların hepsi oldukça halis amaçlarla çıkmıştır. Doğru uygulandığında hem öğretim üyesi hem de üniversite ve toplum için yararlıdır. Öğretim üyesi çalıştığı bilim alanı ile ilgili uygulamalarda üst düzey problemlerle uğraşmakta ve yeni araştırma sorularını ve cevaplarını üretmektedir. Bunun yanı sıra ek maddi destek alarak refahını arttırmaktadır. Ar-Ge süreçlerindeki gelirler vergiden muaf olup, öğretim üyesi daha fazla para kazanabilmektedir. Bu aslında sadece öğretim üyesine sunulan bir ayrıcalık değildir. Ar-Ge faaliyetleri yürüten şirketlere de çok sayıda ayrıcalık tanınmakta ve bunun karşılığına ise ülkenin kalkınmasına katkı sağlaması beklenmektedir. Buraya kadar her şey normal ve tüm düzenlemeler olması gerektiği gibidir.
Ancak, gerçekte bunların hepsi olması gerektiği gibi mi yoksa tek hedef daha çok para kazanmanın yolları mı? sorusunu sorduğumuzda cevap pek hoş değil. Belki her şey yasal yapılıyor ama ne kadar etik! Akademide etik sadece yayınlarla ilişkili olmamalı. Örneğin standart bir zemin etüdünü döner sermaye üzerinden yapmak, yani yasal yollardan, bir geoteknik veya mühendislik jeolojisi profesörü için etik midir? Böylesine standart bir iş profesörün hangi akademik yönünü geliştirecek ya da yeni bir araştırma sorusunu aklına getirecektir. Kabul etmek gerekir ki böyle bir çalışma bir profesör tarafından yapılıyorsa tek motivasyonu vardır, o da “para”. Bu tür örnekler daha az olmakla beraber, asıl sorun danışmanlıklarda ve Ar-Ge projelerinde bulunmaktadır. Yüksek ücretli danışman olmak için “meşhur profesör!” olmak gerekiyor. Meşhur profesör olduğunuz zaman çok bir şey yapmanıza gerek yok daha fazla para kazanmak için. Bununla beraber gözlemlediğim başka bir durum ise Profesörler çok sayıda Ar-Ge projesi yapıyor. Tabii ki haklarıdır ve hakkıyla yapanı tenzih ederim. Ancak, bu kadar Ar-Ge projesine rağmen niçin patentimiz çok az ya da yok. Olan patentlerden ise Üniversitelerimiz niçin kayda değer bir gelir elde edemiyorlar. Yoksa biz uygulama projesini vergi ödememek için Ar-Ge ile karıştırıyor muyuz? Bununla birlikte, acaba kaç öğretim üyesi danışmanlık yaptığı projelerden veya kurumlardan araştırma sorusu üretmiş, bunu cevaplayıp yayına dönüştürmüş veya kaç öğrencisine bu olanaklarla tez yaptırmış. Eğer bu sorulara cevabımız hayır ise, bu durumda geriye kalan tek motivasyon yine “para” oluyor.
Yukarıda sıralanan sorunların yanı sıra, akademik teşviklere ilişkin Tonta ve Al konuyu oldukça iyi biçimde özetlemiş durumda (https://sarkac.org/2022/03/universitelerde-rant-kollama/), dolayısıyla bu yazıda bu konuya girilmemiş olup, anılan yazı tavsiye edilmektedir. Tonta ve Al’ın “Nitelik yerine niceliği ödüllendiren teşvik politikaları sonucu son 30 yılda rant kollamaya eğilimli, akademik dürüstlük ve araştırma etiğiyle arası pek hoş olmayan hatırı sayılır büyüklükte bir tufeyli akademisyen sınıfı yetiştirdiğimiz anlaşılıyor. Bu gruptaki akademisyenlerin sorunun en önemli parçası olduğunu görüp, onları çözümün bir parçası haline getiremedikçe üniversitelerin geleceğinin bugünkünden daha iyi olmasını bekleyemeyiz.” ifadesine katılmamak mümkün değil.
Özetle, bir profesör ortalama bir gelire sahip olmalı ve geçim derdi olmamalıdır. Çünkü geçim sıkıntısıyla boğuşan bir profesörden bilgi üretmesini beklemek doğru değildir. Ancak profesörlük kişisel zenginliğe gitmenin yolu olarak da görülmemelidir. Eğer bir kişi zengin olmak istiyorsa bunun yolu asla kocaman akademik unvanlar değildir. Elbette ki profesörlüğün gereğini yerine getirmeye gayret eden, araştırma yapmaya hevesli ve hakkıyla eğitim vermeye çalışan çok sayıda öğretim üyemiz mevcuttur ve sistem hala yürüyebiliyorsa bu öğretim üyelerinin sayesindedir. Ancak, maalesef son yıllarda artan, dikkate değer sayıda öğretim üyesi tarafından danışmanlıklar ve Ar-Ge projeleri sadece para kazanmanın yolu olarak görülüyor ve bu durum gerek akademinin gelişmesine gerekse ülke kalkınmasına yönelik bir olumsuzluk olarak karşımızda duruyor. Bunu düzeltmek kolay mı hatta mümkün mü diye sorduğumda cevabım mevcut durumda hayır. Diğer bir ifade ile yasaları değiştirip, ceza verip bunları engellemek çözüm değil. Çözüm insan kaynağında. Daha açık söylemek gerekirse, bunun düzelmesinin temel yolu gelecek nesilleri tüketim çılgınlığından kurtaracak, etik değerlere bağlı eğitimdir. Ancak bu tür eğitimden geçmiş ve ahlaki değerlere sahip nesiller doğruları başaracaktır. Bu nedenle gün geçirmeden ilkokul eğitiminden başlamak gerekiyor. Sadece akademi dünyasında değil, hemen tüm alanlarda çalışan insanların temel amacı daha çok para kazanarak daha çok tüketmeye dönüştü. Çılgın tüketicilikten kurtulmuş etik nesillerin içinde çıkacak profesörler Dünyanın geleceğini kurtaracaktır.