Yapay zekâ (YZ), akademik dünyayı öyle bir noktaya getirdi ki, artık sadece bir yardımcıdan bahsetmiyoruz; bizzat oyunun kurallarını değiştiren bir aktörle karşı karşıyayız. YZ’nin büyük dil modelleri, basit çevirilerden öteye geçip orijinal araştırma makaleleri yazıyor, istatistiksel analizler yapıyor, hatta hipotezler geliştiriyor. Birkaç komutla, mesela “kanser tedavisinde immünoterapinin geleceği” gibi bir konu verdiğinizde, YZ size yayına hazır bir makale sunabiliyor. Bu, kaynakları sınırlı akademisyenler için inanılmaz bir fırsat gibi görünebilir; ama bir yandan da hepimizi düşündürüyor: Eğer YZ bu kadarını yapabiliyorsa, insan araştırmacıya ne gerek kalacak?
Bu soru, sadece teknik bir mesele değil; aynı zamanda akademik etiğin ve dürüstlüğün temelini sarsan bir problem. YZ’nin yazdığı bir makalede yazarlık kime ait olacak? Bir akademisyen, sadece konuyu belirleyip birkaç ayarı yaptı diye o makaleyi sahiplenebilir mi? Geleneksel sistemimiz bu duruma yanıt veremiyor. Üstelik YZ’nin ürettiği içerik, insan yazısından ayırt edilemeyecek kadar iyi hale geldi. İntihal dedektörleri bile çaresiz; 2025’te bu ayrımı yapmak neredeyse imkânsız. Bu belirsizlik, bilimsel çalışmalara duyduğumuz güveni zedeliyor; çünkü özgünlük ve sahicilik gibi kavramlar bulanıklaşıyor.
Yetmezmiş gibi, YZ hakemlik süreçlerine de el atmaya başladı. Hakem atamalarını optimize eden sistemler bir yana, bazı dergiler YZ’yi makale değerlendirmede test ediyor. Bu, verimliliği artırabilir, ama ya insan hakemler tamamen devre dışı kalırsa? YZ hem makaleleri yazıp hem de değerlendirirse, denetim kimde olacak? İnsan gözü olmadan, sahte ya da etik dışı içerikler nasıl filtrelenecek? İşte bu noktada, işin kaotik bir boyuta varabileceğini görüyoruz. Öyle bir gelecek hayal edin ki, dergiler tamamen YZ tarafından yönetiliyor: makaleler yazılıyor, inceleniyor ve yayımlanıyor—insan parmağı değmeden. Bu, akademik dünyanın sonu değilse de, bildiğimiz haliyle sonu olabilir.
Bu kaosun kapısını aralayan şey, YZ’nin durdurulamaz hızı. 2030’a vardığımızda, insan katkısı olmadan işleyen bir akademik yayıncılık sistemi görmek şaşırtıcı olmayacak. Peki, bu ne anlama gelir? Yayın sayıları, etki faktörleri gibi ölçütler anlamını yitirecek; YZ’nin ürettiği içerik tsunami gibi her şeyi kaplayacak. İnsan zekâsından doğan gerçek içgörüler, bu gürültüde kaybolup gidebilir. Bilimsel araştırmalara duyulan güven erozyona uğrayacak; bu da sadece akademisyenleri değil, toplumu ve politikaları etkileyecek. YZ’nin bu kadar güçlü olduğu bir dünyada, akademik sistemin eski kurallarla ayakta kalması mümkün değil.
O zaman ne yapacağız? YZ’yi durdurmaya çalışmak, rüzgârı tersine çevirmeye çalışmak kadar nafile. Onun yerine, akademik yükselme kriterlerini bu yeni gerçekliğe göre yeniden şekillendirmeliyiz. Yayın sayısına bakmak yerine, araştırmacının entelektüel katkısına odaklanabiliriz: Hangi soruları ortaya koydu, hangi yenilikçi yöntemi geliştirdi, bulguları nasıl yorumladı? YZ’nin rolünü de gizlemek yerine şeffaf hale getirelim; hangi aşamada kullanıldığını açıkça belirtmek bir standart olsun. Mesela, “YZ analiz yaptı, ama hipotez bana ait” gibi bir beyan, hem dürüstlüğü korur hem de insanın değerini vurgular. Performans ölçütlerini de değiştirelim: Toplumsal etki, iş birliği, yenilikçilik gibi şeyler, YZ’nin şişirdiği sayılardan daha anlamlı hale gelsin. Bugünün şartlarında makul görünen makale sayısı ya da atıf sayısı gibi kriterler, çok yakında anlamını yitirecek; çünkü YZ’nin fabrikasyon makaleleri bir sel gibi geliyor.
Ama bu kadarla bitmiyor; daha rasyonel adımlar atmamız lazım. Araştırmacıları YZ’nin etik kullanımı konusunda eğitmeliyiz—mesela, üniversitelerde kısa kurslar veya atölyelerle bu bilinç yerleşebilir. YZ’nin sunduğu kolaylıklara kapılıp gitmek yerine, çıktıları eleştirel bir gözle incelemeyi öğretmeliyiz. Küresel çapta bir iş birliği de şart; UNESCO gibi kuruluşlar, YZ’nin akademideki rolü için ortak kurallar koyabilir. Bu kurallar, hem ülkeler arası adaleti sağlar hem de kaosu önler. Pratikte, üniversiteler bu standartları benimseyip, mesela etik eğitim sertifikasını yükselme kriterlerine ekleyebilir. Böylece, YZ’nin gücünden faydalanırken, akademik dünyanın ruhunu kaybetmeyiz.
Sonuç olarak, YZ’nin akademik yayıncılıktaki bu devrimi durdurulamaz bir gerçeklik. Orijinal makaleleri, derlemeleri ve diğer her türlü makale çeşidini insan eli değmeden üretmesi, hem bir nimet hem de bir tehdit. Eğer harekete geçmezsek, insan ve makine zekâsı arasındaki sınırlar kaybolacak; akademik sorgulama, otomasyonun gölgesinde bir gölge oyunu haline gelecek. Ama doğru adımlarla—kriterleri yeniden tanımlayıp, etiği ve eğitimi merkeze alarak—bu geleceği şekillendirebiliriz. YZ’yi bir ortak olarak kabul edelim, ama ipleri elimizde tutalım.