Türk Dil Kurumu sözlüğünde akademi, “yüksekokul” ve “bilginler, yazarlar, sanatçılar kurulu” şeklinde tanımlanmış. Türkiye’de mevcut kullanımı ise daha çok üniversite kavramının çerçevesi ile sınırlı görünmektedir. Bu bağlamda akademisyen de, bir şekilde özel ve devlet üniversitelerinde çalışan üniversite mensubu insanları tanımlamaktadır.
Akademi ve akademisyen kavramlarının Batı’da orijinal kullanımında sadece “üniversite” çerçevesine işaret etmediğini, sivil alandaki sanatçı, yazar, düşünür ve entelektüelleri de kapsadığını görmekteyiz. Bu anlayış söz gelimi Türkiye ile Kıta Avrupası arasında hem kavramın anlaşılması hem de uygulamalar açısından farklılıklar olduğunu bize göstermektedir.
Bu anlamda Batı’da akademi, sivil alana kapalı değildir; hatta sivil alandaki sanat, edebiyat, bilim vb. tüm etkinlikleri de kapsayıcı bir niteliğe sahip değildir. Bunu birkaç örnekle açabiliriz. Birincisi, İngiltere’de çalışma yaparken gözlemlediğim bir şeydi. Üniversite dışarıya karşı duvarlarla yalıtılmış bir binalar toplamından ibaret değildi. Üniversiteye dışarıdan insanlar girebilir. Oradaki bazı hizmetlerden faydalanmak için size verilen şifre ve kimlikleriniz devreye girer. Bunun dışında üniversitelerin bahçesi ve binaları özel kontrole tabi değildir. Bu bağlamda üniversite sivilliğe açık bir mekandır.
İkincisi, bir arkadaşım Almanya için anlatmıştı. Dışarıdan sivil bir kişi, istediği taktirde üniversitede istediği hocanın dersini dinleyebilir. Üçüncüsü, üniversitenin sivilliğe açık olması, aslında ülkede üniversite içi ve dışı tüm birikim ve tartışmalarını ülkenin total kazancı açısından değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Söz gelimi, tek bilme tarzının akademik ve bilimsel bilgi olmadığı yönünde eleştiriler geliştiren Paul Feyerabend çok farklı üniversitelere davet edilerek tartışmalar yapılmaktadır. Bu da üniversitenin (akademinin) entelektüalitenin merkezi olması gerektiğine atıfta bulunmaktadır.
Tam da bu nedenlerle akademinin temel problemi nedir diye bir soru soracak olursanız, bana göre bunun cevabı entelektüel (aydın) yetmezliğidir. Peki entelektüel ya da aydın kimdir? Doktora tezimde aydın kavramını şöyle tanımlamıştım; “Hem bilgi birikimi hem de bilgiyi üretme ve işleme tarzı itibarıyla toplumdan farklılaşan, sistematik ve kategorik düşünebilen, topluma önderlik etme ve ona karşı sorumlu olma gibi bir misyona kendisinde içkin olarak sahip olan, mevcut verili olanı ve kendisini sorgulayabilen, aidiyetinin farkında olarak toplumun çok farklı sorunlarını sezip özgün çözümler sunabilen, çok farklı kanallardan mesajlar ileten ve tüm bunları insan aklının imkanları çerçevesinde yapan, iktidar ve otoriteden görece bağımsız bir sosyal kategoridir.”
Öncelikle alim, entelektüel ve aydın arasındaki farklılıkları tartışma konusu yapmadan, burada entelektüel kavramı üzerinden temel probleme atıfta bulunmaktayız. İkincisi de, yukarıdaki tanımdan mülhem, özellikle üniversitede görev yapan akademisyenlerin temel misyonlarının entelektüellik olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla entelektüel dışarıdan hiçbir görevlendirmeye ihtiyaç duymadan yüklendiği sorumlulukla giderek insanlığa doğru genişleyen sorunları tartışma ve görüşler ileri sürme cehdinde bulunacaktır.
Bugün akademisyenin bir entelektüel olabilme bağlamında üç farklı riskle karşı karşıya olduğu söylenebilir. Birincisi, siyaset alanının entelektüaliteyi temellükü. Bunu gerek politik alanda siyaset yapma biçimi, gerek devlet-akademi ilişkileri gerekse akademisyenlerin kendi geleceklerini siyaset alanında aramaları olsun, iç faktörlerde gözlemlemek mümkündür. Akademisyenlerin son kertede onaylanmış görüşleri takip etme gerçekliği, onları entelektüelden ziyade bürokrata yaklaştırmaktadır.
İkincisi, üniversitelerin tüketim ve kapitalist ekonomi politiğinin işlerlikleri çerçevesinde işlevselleşmesidir. Bugün özellikle Amerikan ve bazı kıta Avrupası üniversitelerinde sermayenin kendi ürünlerini meşrulaştırmak adına finans olarak üniversiteleri desteklemesi ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bir başka yazımda ben bu durumu “parayı ver, hakikati belirle” şeklinde formüle etmiştim. Burada üniversite ve akademisyenin gerçeklikle ilişkisi bir sorunsal haline gelmektedir.
Üçüncüsü, entelektüalitenin popüler kitle kültürü içinde boğulmaya başlamasıdır. Bugün popüler kitle kültürünün en bariz göründüğü alan sanal mekanlar olan sosyal medyadır. Sosyal medyadaki tartışmaların içerik ve seviyesine çok az dikkatle bakan birisi popüler kitle kültürünün egemenliğini görmekte zorlanmaz. Gerekçesiz yargılar, sebep-sonuç ilişkileri asla bulunmayan retoriksel cümleler, mikro bakış açıları, sınırlandırılmamış heyecanlar, aklın kontrol etmediği duygusallıklar ile hakaretlerin havada uçuştuğu pespaye aidiyet cümleleri günün sonunda memleket lehine hiçbir şeyi halletmeyen ancak laf yetiştirmeye odaklanmış şekilde kişiye rahatlıklar veren bir klavye egemenliği ile karşı karşıya bulunmaktayız. İlginç olan; bir müddet sonra entelektüelliğin sınırları içerisinde bulunması gereken insanların da baştan çıkarak “taraftar” olmaya başlamasıdır. Bugün için “arınma” gerçekleşecekse, bunun ilk şartı entelektüelliğin popüler kültürden arınmasıdır. Bir başka deyişle, entelektüelin takvası, popüler kitle kültüründen uzak durmasıdır.
Son dönemde yaşanan problemleri, onların ele alınış biçimleri ile söylem içeriklerine bir kez daha dikkatle bakarsanız, yükselen “entelektüalite” yetmezliği sorununu rahat göreceksiniz.