Çok seneler önce bir akademisyen arkadaşımla bir futbol maçına gitmiştik. Maçı izlerken bir ön sırada oturan oldukça heyecanlı bir genç, ikide bir ayağa kalkarak maçı izlememize neredeyse engel oluyordu. Arkadaşım, genci uyarmak isteyince, genç tatsızca ve sinirlice bir karşılık verdi. Arkadaşım da ‘Ben senden yaşça büyüğüm, hem de üniversitede hocayım.’ diyerek genci sakinleştirmeye çalıştı ama delikanlının verdiği cevap olağanüstüydü: ‘Burası üniversite değil. Stadyum…’
Öyle ya… Bir Pazar sabahı ailece kahvaltı etmek için mutfak masasına oturduğunuzda bir anne ya da babasınız. Bakkala ekmek almaya gittiğinizde bir müşteri, işinize gitmek için bindiğiniz otobüste bir yolcu, bir yolu karşıdan karşıya geçerken yaya, araba kullanırken bir sürücüsünüz. Bir futbol maçında taraftar, ders anlatırken bir öğretim elemanı, bilgisayarınızın başında makalenizle meşgulken araştırmacısınız. Akademisyen olmayı bir kenara bırakalım, bireyin mevcut rolünün, bulunduğu yere, zamana ve oradaki kişilere göre değişmesi, hayatın akışı içinde gayet sıradan ve normal bir durum. Tersinden bakarsak eğer, mutfak masasında bir sürücü, futbol maçında bir yolcu, sınıfta bir futbol fanatiği, bakkalda bir araştırmacı, araba kullanırken bir anne gibi davranırsanız ne olur? Kocaman bir kaos…
Akademisyenler olarak sosyal medyada yaşadığımız da tam olarak budur. Elbette sosyal medya yokken de bu tür keşmekeşi yine yaşamaktaydık. Akademisyenler de herkes gibi kendi aralarında futboldan siyasete, yemek tarifinden meslektaşlarını çekiştirmeye kadar çeşit çeşit konularda elbette konuşmaktaydı. Ama bugün sosyal medyada olan ile geçmişte olan arasında önemli bir fark var. Eskiden ‘söz uçardı’ ama şimdi ‘yazı kalıyor’. Ve bu yazılar, hiç silinmiyor ve ulaşmak isteyen herkesin erişimine açık kalıyor. Öyle ki patavatsızca veya gereksizce yazılmış bir cümleden dolayı linç edilmekten tutun, mesleki yaşamınızı çok olumsuz şekilde etkileyebilecek sonuçlarla karşılaşabilme ihtimali bile var. En kötü ihtimalle, Andy Warhol’ın vurguladığı gibi on beş dakikalığına ünlü bile olabilirsiniz.
Zamanla dünya çok değişti. Akademi de çok değişti. Sosyal medya şirketleri, akademisyenleri de arkalarından sürükleyerek milyar dolarlık bir endüstri oluşturdular. Elbette sosyal medya, eğitim yaşantısının da en önemli öğelerinden birisi oldu. Lisans düzeyinde öğrenci iken, not tutturmak için kullandığı kitabı öğrenciler bulamasın diye gazete kâğıdı ile kaplayan bir hocam vardı. Şimdi öğrencim bana rahatlıkla ‘Hocam, bu anlattıklarınızın hepsi Google’da var.’ diyebiliyor oysa. Artık istediğim kitabın elektronik sürümüne saniyeler içinde erişebiliyorum. Öğrencim de istediği bilgiyi, ben daha ders içinde konuşmamı bitirmeden, telefonundan erişerek edinebiliyor. İşte bu yüzden, Rumi’nin de dediği gibi, akademisyenler olarak şunu çok net anlamalıyız: ‘Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.’. Tebeşiri elimize alıp kara tahtayı doldurduğumuz günler çok geride kaldı. Şimdi hem öğrencimizin beklentilerini ve gereksinimlerini karşılamak hem de mesleki gelişimimiz adına sosyal medyanın tüm avantajlarını bilmek ve kullanmak durumundayız. Ama nasıl?
Öncelikle akademisyenin bir konuda bilgi derinliği olduğunu var sayarak paylaşımların uzmanlık alanı, araştırma konuları ve içeriği, öğrenme etkinlikleri ve öğretme üzerine odaklanması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu anlamda, akademisyenlerin araştırmalarında buldukları sonuçları meslektaşları ile paylaşmaları ve tartışmaları, öğrendikleri bilgileri öğretici bir dille sunmaları önceliklidir. İkinci olarak, sosyal medya üzerinden meslektaşlar arasındaki etkileşimin de büyük önemi bulunmaktadır. ‘Akıl, akıldan üstündür.’ diyerek yeni fikirlere sahip olmak ve araştırma konuları bulmak, mesleki gelişim için gerekli olduğu kadar sağlıklı ve yararlı bir akademik ağın oluşmasına da ciddi katkı sağlayacaktır. Bu bağlamda gelen olumlu veya olumsuz tepkilerin de düşünce dünyası için faydalı olacağı belirgindir. Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insanla kuracağımız etkileşim, okuyucu ağını genişletecek, eserlerin okunurluk düzeyini de yükseltecektir. Üçüncü olarak, meslektaşlarla, öğrencilerle ve okuyucularla iletişim içinde olmak, fiziki anlamda sınırları ortadan kaldıracaktır. Böylece araştırma bağlamında yeni işbirlikleri ve fırsatlar sağlanabilecektir. Bu da ulusal ve küresel düzeyde yayın yapma ve bilgi yayma potansiyelini önemli ölçüde artırabilir.
Bir küçük not da üniversite yöneticilerine… Akademisyenlere yönelik çeşitli eğitim etkinliklerine sosyal medya kullanımı da dâhil edilmelidir. Üniversitelerin misyon ve vizyonu da öncelenerek akademisyenlerin sosyal medya kullanımına yönelik farkındalıklar, olası yararlar ve zararlar, özel hayat ve güvenlik gibi konularda eğitim sağlanması, sadece akademisyenlerin değil üniversitelerin imajı açısından da büyük önem taşımaktadır.
Başa dönecek olursak, sosyal medya kullanan bir akademisyen olarak ‘Ben kimim ve ne yapmak istiyorum?’ sorusunun cevabı net olarak verilmelidir. Cevap eğer ‘Ben akademisyenim ve bilgimi yaymak ve artırmak istiyorum.’ değilse elbette sabah kahvaltısında önünüzde duran portakal suyu dolu bardağın fotoğrafını veya yüksek sesle müzik dinlerken ve direksiyon çevirirken çekilen videonuzu da paylaşabilirsiniz. Ya da birkaç rolü bir araya getirip mesela akademisyen anne, profesör baba, mutfakta akademisyen veya barış akademisyeni olabilir ve böylece kaosun dibini de görebilirsiniz. Ya da bio’nuza ‘akademisyen, Fenerbahçe taraftarı’ yazarsanız bir Galatasaray taraftarı ile sanal bir kavgaya da tutuşabilirsiniz.