Bu yazımda ne yazacağım konusunda biraz kararsız kaldım. Aklımda fazlaca konu var ama yazmaya değer mi noktasında takıldım. Belki de yazıya odaklanma sorunum var! Aklım başka yerde, sınav kaygısı yaşıyorum. Sizler bu yazıyı okuduğunuz zaman ben de sınavdan kurtulmuş olacağım. Okul biteli neredeyse çeyrek yüzyıl oldu, doçentlik deseniz o da epey zaman önceydi. Benim gireceğim sınav, tıp alanı dışında sosyal bilimlerde bir doktora yeterlilik sınavı.
Biz hekimlerin çoğu için doktora oldukça yabancı bir kavram. Ben ihtisas sürecinde bu tarz bir eğitim almadım doğrusu. Uzmanlık eğitimi aldım, akademisyen olmak yani bilim doktoru olmak yolunda bir bilgim yoktu. Yordama ile akademik çalışmalar yaptım, elbette benden önceki ustalarımdan öğrendim. Benim ustalarım da yordama ile araştırma yapardı. Usta çırak ilişkisi birbirimizi eğittik! Oysa bilimsel çalışma yapmak ciddi bir iş. Bir sistematik bilgi gerektiriyor. Yöntem kurulması başlı başına bir bilgi. Neyse eski köye yeni âdet getirmeyeceğim; her ne kadar çok sevsem de yeni âdetleri. Bazı tıp fakültelerinde yardımcı doçentlerin temel tıp alanlarında doktora eğitimi aldıklarını duydum. Bu bilgiyi onaylatmadığım için bir ütopyadan söz eder gibiyim. Kişisel deneyimimi sizlerle paylaşmak arzusundayım; belki benim yaşadıklarımdan yararlanacak dostlarım olur diye.
Yıl 2002, bazı mesleki nedenlerle tam bir tükenmişlik psikolojisi içindeydim. Yeni bir arayış içine girdim. Ama bu, meslekten uzaklaşmak olarak algılanmasın lütfen, sadece yeni bir motivasyon arayışı olabilir. Bir süre sonra meslekte hiçbir itici güç kalmadığını hepimiz bilmekteyiz. Yüksek lisans eğitimi almak isteyen herkesin geçtiği sınavlardan (LES şimdilerde ALES oldu, dil sınavları) geçerek ve mülâkat sonrası enstitüye kabul edildim. Bilimsel hazırlık, yüksek lisans dersleri, tez önerisi ve savunması sonunda uzman oldum. Bu sürecin bana katkıları inanılmazdı. Öğrenciliği çok gerilerde bırakmış biri olarak, öğrencilerimin neler çektiklerini hatırlamam her zaman kolay olmuyordu. Öğrenciyle empati yapmama hiç gerek kalmadı, birebir her şeyi yaşadım. Şişinmiş hoca egom törpülendi törpülendi ve eridi. Bir akademisyen olarak eksiklerimi çok daha iyi görme şansına sahip oldum. Başka bir disiplinde olaylara nasıl bakıldığını gördüm, daha esnek bir bakış açısı kazandım. Eleştirilmenin nasıl da yapıcı bir tarzda olabileceğini öğrendim. Araştırma planlarken, “Bilime katkısı ne olur?” sorusunu daha sık sormaya başladım. Bir hocanın en büyük görevinin rehberlik olduğunu daha da iyi kavradım. Her şeyi öğretmenin mümkün olmadığını, ama her şeye nasıl ulaşılacağını öğretmenin yeterli olduğunu daha da iyi anladım.
Bunlar benim anladıklarımdan bazıları. Akademisyenlere dokundurmadan edemeyeceğim. Ben bu yola çıkarken, “Yani senden daha az okumuş insanlardan eğitim mi alacaksın?” sorusu hekimlerden bana yöneltilen sorulardan biriydi. Bilimi nasıl da dar bir perspektifte gördükleri beni şaşırttı doğrusu. “Sen niye böyle bir şey yapıyorsun ki, paran mı artacak, rahatına baksana!” bir diğer bayağı sorgulamaydı.
İnsanı, tıbbı ve bilgiyi her geçen gün daha çok seviyorum. Öğrenmenin insanı nasıl da mutlu ettiğini yaşıyorum, bunun hayata yansımalarını görüyorum. Bilim insanı olmak yolunda bir atım daha atıyor olduğumu düşünmenin hazzını yaşıyorum. Ama keşke yüksek lisanstaki ve doktora sürecindeki bazı eğitimleri akademik hayatımın başında alabilseydim. Daha verimli olurdum diyor sezgilerim. Belki birileri genç akademisyenlere sadece hasta bakmanın ve ağır klinik koşturmacaların arasında bu tarz bir eğitim verir. Ben daima iyimserimdir, kollektif bilinç bizi oraya yöneltecek bunu da biliyorum. Nereden mi? Bazı meslektaşlarımın yazılarından, bazılarının söylemlerinden. Söyleyeceğim ne varsa çoktan söylemiş Hayyam; bana düşen saygılar dilemek.
Güneşi balçıkla sıvamak elimde değil;
Erdiğim sırları söylemek elimde değil;
Aklım düşüncenin derin denizlerinden
Bir inci çıkardı ki delmek elimde değil.