– Doçentlik ve profesörlük değerlendirme ve sınav jürilerinde görev alan ve karar verici durumdaki bazı hocaların, nadir de olsa, adaylar kadar bilimsel faaliyetlerinin bulunmadığı, sorularının bazen çok sıradan, bazen de çok aşırı uçta olduğu,
– Bazı üniversite ve tıp fakültelerinin, her açıdan, gerek öz ve gerekse yetkin denetimden bigâneliği ve vurdumduymazlığı,
– Bazı ulusal ve uluslararası bilimsel makale ve dergilerin, ahbap-çavuş ilişkileri ile uydur-kaydır yöntemlerle ciddiyet ve bilim ahlakından yoksunluğu,
– Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS)’nda, uzmanlık ve doçentlik sınavlarında sorulan bazı ayrıntılı soruların, henüz o dalda ihtisasa başlamamış genç hekimlere sorulması, aktif olarak hekimlik yapması beklenen doktorlarımıza, genellikle sınava çalışabilmek için ancak istifa edip “çalışmak” dışında bir seçenek bırakılmaması,
– Cerrahi için gereken maharet ve el becerisinden yoksun olabilecek kişilerin, sadece TUS başarısıyla ihtisasa başlatılması, özellikle psikiyatr olmak için gerekliliği su götürmez kültürel donanım ve empatiden yoksun kişilerin sadece TUS puanıyla ihtisasa alınması,
– Tıp öğrencilerinin, neredeyse ikinci sınıftan itibaren TUS kurslarına katılmaları, tıp pratiğinin önemsenmemesi ve onun yerine hayat boyu belki de hiç görmeyecekleri ve çok kolay unutulabilecek ve/veya şıklar verilmeden, tanı koyamayacakları abuk subuk sendromların en sık, en seyrek, en… gibi saçma sapan bilgilerin ezberlenmesi,
– Her halükârda sağlık çalışanlarının mutsuzluğu, görevlerini yaparlarken hasta baskısı, küfür ve dayak yerken arkalarında kendilerini koruyacak bir gücün olmadığını çok yaygın olarak düşündükleri, bu durumun vatandaş nezdinde de hissedildiği, bu sebeple doktorlara ve sağlık personeline istedikleri gibi davrandıkları,
– Başkalarını mutlu ve memnun(!) etmeye çalışan bir sistemin, hekimleri nasıl da bir cenderede sıkıştırdığı, haksızlıkları baştan aşikâr hasta şikâyetlerinde bile kurumlarının sağlık çalışanlarını sıkıştırmasının, ifade almasının sağlık personelini ne kadar olumsuz etkilediği,
– “Hasta korkusu”(!) diye bir korkunun hekimlerde ve diğer sağlık çalışanlarında oluştuğu ve giderek arttığı, “ilaç yazdırmak”(!) ifade garabetinin başka hiçbir memlekette kullanılmadığı,
– Aile sağlığı merkezleri (ASM)ne genellikle, ilaç yazdırmak dışında müracaatların pek seyrek olduğu, ASM’lerde baskıyla, gereksizce yazılan veya yazdırılan ilaçların, yine gereksizce milyonlarca dolara mal olduğu, bu tür istismarların ancak ve ancak yöneticilerin ve yetkililerin, hekimlerin arkasında durduğu mesajını güçlü bir şekilde vermesi dışında bir çözümünün olamayacağı,
-Dünya Sağlık Örgütünün, hekimin muayene süresinin optimum 40 dakika, çok kalabalık ortamlarda bile minimum 20 dakika olması gerektiği konusundaki beyanı, bunun da hesaplandığında, sekiz saat çalışan bir hekimin hiç ara vermeden bir günde en fazla 24 hasta bakabileceği anlamını taşıdığı, buradan hareketle, bu performans sisteminin ne kadar anlamsızlaştığı ve sebeplerle de primitif ve egoist davranışların baskın olabileceği, özellikle bazı sağlık kurumlarımızda bile, hekimlerin ve diğer sağlık çalışanlarının öğle arası dinlenme ve nefeslenme hakkının kısıtlandığı,
– Diğer ülkelerde bizdeki 112’nin karşılığı olan telefonun gereksiz yere arandığında, para ve diğer cezai işlemlerin uygulandığı, bizde ise “Telefon acaba çalışıyor mu?” diye bile, 112’nin arandığı ve arayana hiçbir cezai işlemin uygulanmadığı, 112 çalışanlarının bu durumdan ne kadar yıprandığı ve bu gereksiz meşgul edilmenin nelere mal olabileceği, âdeta taksi çağırır gibi arandığı, aciliyet söz konusu olmasa bile ambulans gönderilmediği takdirde, 112 çalışanlarının haksız yere şikâyetlere maruz kaldıkları,
– İş yeri hekimlerinin, taşeron, aracı kurum ve kuruluşların elinde, bazen oyuncak oldukları ve göbeklerinden bağlı olarak komisyon ödemek mecburiyetinde kalabildikleri, “iş yerini ürkütmemek” diye bir ilkenin artık meri olduğu,
– Çalışma Bakanlığının “İSG Katip” sistemi incelendiğinde şirketlerin hekim değiştirme sıklığının ne boyutta olduğu ve bu sistemin çok müspet sonuçlar veremeyeceği,
– İş yeri hekimliği uygulamalarının, şirketlerin çoğu tarafından angarya olarak görüldüğü ve emniyet açısından gereken önlemlerin alınmasını isteyen iş yeri hekimlerine baskı yapıldığı, hatta işini harfiyen yerine getirmeye çalışan bazı meslektaşlarımızın işlerine son verildiği, iş yeri sağlığı konusunda, bazı şirketlerde aylık olarak yapılması gereken iş yeri sağlığı kurul toplantılarında, iş yeri hekiminin gerekli gördüğü önlemlerin alınması bir tarafa, kurul defterine bile “Bunların yapılması gerekir,” diye yazmak istemesinin bile engellenebildiği, bu sayede işverenin bir ölçüde oluşabilecek bir olumsuz durumdan, “İş yeri hekimi bize bilgi vermedi ki, bakın kurul defterinde de yazmamış,”(!) diyerek suçunu hafifletmek isteyebileceği, sorumluluğunun bilincinde olan iş yeri hekiminin kurul defterine yazamadığını, e-mail yoluyla şirket yetkililerine bildirdiğinde ise işine son verilebildiği,
– Bazı özel hastanelerde yapılan ameliyatlarda, dışarıdan gelip ameliyatı yapan cerrahın değil de o hastanenin staf doktorunun ameliyatı yapan hekim olarak gösterilebildiği,
– Sağlık sisteminin, basamak sistemine riayet edilmeksizin sağlıklı bir şekilde yönetilemeyeceği hakikatinin dikkate alınmadığı, uyduruk hastalıklara uyduruk ilaçlar ihdas edildiği, hastalara tetkik istenirken “gereklilik” ilkesinin her zaman dikkate alınmadığı ve bütün bu konularda, her türlü uyarı ve serzenişe rağmen, sorumlu-sorumsuz, yetkil-yetkisiz, hâlâ görmezden gelmeye, nemelazımcılığa ve uyumaya devam ettiğimiz,
AKLIMA GELDİKÇE, üzülüyor, başta kendi kendime kızıyor, yeterince üzerime düşeni yapmadığım, yapamadığım veya yaptırılmadığımın ıstırabını ve üzüntüsünü yaşıyorum.
Yine de her şeye rağmen “14 Mart Tıp Bayramı”nızı tebrik ediyor ve mutad veçhi üzere, yedinci kitabımıza ismini veren rubâimiz (İsmail Hakkı AYDIN, YA HAYY!, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2014) ile biraz uzunca olan bu cümlemizi bağlıyorum.
"YÂ HAYY !”
(Mef’ûlu, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)
Bir mutlu haber geldi nihandan bu gece,
Bülbül bile kurtuldu, figandan bu gece,
Dergâhda mürid cezbede, “Yâ Hayy!” diyerek,
Gülşen de hayat buldu, Cihan’dan bu gece.