Denizli Büyükşehir Belediyesi’nin kültür buluşmaları seri toplantılarının bu defaki konuğu psikiyatrist Prof. Kemal Sayar. Konu, “insanın anlam arayışı”, bu aralar, “insanın varlık nedenine dijital darbe” başlıklı bir yazı üzerine çalıştığım için ve sevgili hemşerim psikiyatrist Prof. Erol Göka hocam tavsiye ettiği için ve de Kemal Sayar hocayı merak ettiğim için konuşmayı dinlemeye gittim. Ne gördüm;
Oldukça kalabalık ve dinamik bir topluluğa, yaşamak için illaki bir nedenimiz olduğu, olacağı; insanın kendisi için varlık nedenini kendisinin bulacağını; bunun için gerekirse arayacağını, araması gerektiğini anlatan bir konferans dinledim. Hoca tam olarak böyle mi söyledi, ondan emin değilim. Ben anladığımı ifade ediyorum. Böyle düşününce de, oradakiler ne anladı diye meraklanmaktan kendimi alamıyorum. Hoca o kadar çok şey anlattı ki, bu kadar çok bilginin içinde mesaj kaybolmuş olabilir diye düşündüm. Ne demek istiyorum bi parantez açalım;
30 yıldır tıp öğrencilerine ders, zaman zaman da tıp dışı kişilere medikal ve paramedikal konularda konferans veriyorum. Bu 30 yıllık sürede, hem kişisel gelişimim için, hem de dinleyenlere daha faydalı olabilmek için, kendimi sürekli geliştirdiğimi düşünüyorum. Önceleri bilgi vermek için konuşuyordum; sonra anladım ki bildiğim her şeyi anlatmam gerekmiyor, okuyarak ve tekrarlayarak iyi hazırlan ama malumatfuruş olma; daha sonra anladım ki konuşmamın bir mesajı olmalı, mesaja odaklan ve odaklanılmasını sağla; ve nihayet anladım ki anlattıklarımız ve vermek istediğimiz mesaj ile insanların aldıkları farklı olabiliyor. Şimdilerde konuşmam bitince dinleyicilere, “eve ne götürüyorsunuz?” diye soruyorum. Doğru anlaşılmış isem pekiştirerek, eksik anlaşılmış isem tamamlayarak, yanlış anlaşılmış isem düzelterek konuşmayı tamamlıyorum. Çok büyük keyif aldığımı ifade etmeliyim.
40 dk. aşan, hele bir saati aşan bir süre konuşma yapabilenlere hayranım. Ben 40 dk. geçince yorulduğumu hissediyorum, hem bedenim hem ruhum yoruluyor. Dinleyenlerin de yorulmuş olabileceği gibi bir hisse kapılıyorum. Bu düşünce motivasyonumu düşürüyor. Usta ses sanatçıları yıllanınca nasıl yapıyorlardı. Arada bir dinleyenlere mikrofon uzatıp seslerini dinlendiriyorlardı değil mi? İşte o hesap, kısa konuşma, ardından sözü dinleyicilere bırakarak yorum ve soru için fırsat vermek hoşuma gidiyor. Onlardan öğreniyorum; bakış açısı, yanlış ve eksik bilinenler, tamamlayıcı ve nihayet yepyeni bilgiler öğreniyorum.
Hoca bir buçuk saat kadar anlattıktan sonra sıra sorulara geldi. Sorulardan anladığımız kadar ile seyircilerin bir kısmı hocayı bir psikiyatrist olmasından hareketle rahatsızlıklarının tedavisini anlamak ve sormak için dinlemişler. Gençlerin anlam arayışına dair soruları ilginçti. Soru sormakta bir bilgi birikimi ve yetenek işidir ya, o sebepten gençlerin sorularındaki içeriğe bakıp umutlanmak mı lazım, yoksa gençlerin anlam arayışı kaygılarına bakıp, yaşadığımız çağın sorununa bir kere daha dikkat çekildiğini mi düşünmek lazım bilemedim.
Salondakilerin sorularından ve katkılarından anladığım, dinleyicilerin bu sohbetten çok büyük keyif aldıkları. Demem o ki hoca tamam demese gece yarısına kadar devam edebilirlerdi. Kafamdaki, konu başlığından bağımsız, akademik anlamdaki sorumu toplantı sonrası birebir görüşmeye bıraktım. Toplantı sonrası imza kuyruğu uzayıp gidince sonunu bekleyemedim. Aklımdaki soruyu buradan sormak üzere ayrıldım.
Sayar hocanın konuşmasında çokça alıntı ve atıf vardı. Etik açıdan bu takdire şayan. Akademik çalışmalarda ve yazılarda bu zorunludur ama bu tür sohbetlerde atıflara pek dikkat edilmez, söyler geçersin. Dinleyiciler de sizden duyunca sizin sözleriniz gibi algılar. Diğer taraftan yaşayarak içselleştirdiğiniz özlü sözlerin artık size ait olduğunu düşünmüşümdür. Bunu sahiplenmek manasında değil, içselleştirmek manasında söylüyorum. Tabii, Mevlana, Yunus Emre ve Hâce Bektaşi Veli gibi bize ait olmakla herkesin bildiği şahısları bir atıfla anmak ve onlardan atıfla konuşmanın, konuşana ve dinleyene ayrı bir haz verdiğini, güzel bir haslet olduğunu da not olarak düşmeliyim. Benim sözüm mesela şuna;
“Bu dünyadan yalnızca bir kez geçeceğim. Ağzımdan çıkabilecek iyi bir söz varsa, o sözü ‘şimdi’ söyleyeyim, gerçekleştirebileceğim iyi bir eylem varsa o eylemi ‘şimdi’ yapayım, çünkü buralardan bir daha geçmeyeceğim.”
Julio Cortazar
Böylesi bir özlü sözü okuyunca ve ne güzel söylemiş diye beğenince; hangi duyguyu yaşarız? Söz, bize bilmediğimiz yeni bir bilgi ve bakış açısı öğretir; Söz, hissettiğimiz bilindik bir duygumuzu yazıya dökmüştür; Söz, sizin düşündüğünüzü ve sözünüzü tekrarlıyordur, onunla buluşmaktan hoşnut olursunuz. Bu karmaşık duygular içinde soruyorum; bilim ve sohbet insanı aktarmacı olmak ile kendisi olmak arasındaki sınırı nasıl ayarlar.
Şuracıkta bir parantez açayım ki sözüm Sayar hocaya değildir; aşağıdaki sözün sahibi olarak hocanın aktardıkları ile özünden olanlar arasına bir sınır koyma titizliği ve hakkı var;
“Yüz konuştuğunda, ağız sırasını bekler. Yahut şöyle mi demeli? Yüz konuştuğunda zaten dile hacet kalmaz. Bazen en ağır duyguların ifadesini, sessiz bir yüz yüklenir.”
İnsanların söylediklerimi, söylediğim gibi anlamadıklarında, benim onların gözünde anlattığım kişi değil anladıkları kişi olduğumu keşfettiğimi söylediğimde, Edebiyat Hocası Prof. Şerif Kutludağ dedi ki; Mevlana’da aynısını söylüyor. Ben Mevlana okumadım, tabii ki “bu toprakların insanı olmaktan sebep okumadım ama duymuş olabilirim” şerhim ile birlikte değerlendirmem lazım. İşte bu noktada diyorum ki; bu ifade sadece bir söz değildir, içselleştirilmiş bir davranış halidir, o halde atıflı atıfsız serbestçe yürüyebilir miyim?
Ne dersiniz sevgili hocam, selamlar saygılar…