Yazılı ve sözlü yayın organlarının yanında kitapçılarda da bol bol rastladığımız kilo verme diyeti, kilo alma diyeti, vücuttaki toksinleri atma diyeti gibi insanın günlük yemek içeriğini düzenleyen reçetelerle birlikte kolesterol, şeker, kan basıncı, değişik kanser türleri gibi insandaki normal dışı değişimleri düzenlemeye çalışan bitkisel reçeteler konusunda bilim adamlarının azı taraftar, çoğu karşısında olmakla birlikte, toplumun geneli bu “alternatif tıp” diyebileceğimiz tedavi yöntemine giderek artan bir hızla sahip çıkmaya başlamıştır. Yalnız, bu durum sadece Türkiye’de değil, tüm gelişmiş ülkelerde de aynıdır. Dahası, onlarda bu eğilim çok yıllar önce başlamış durumdadır. Aslına bakarsanız, bugün için pek çok ülkede uluslararası sanayi kuruluşu haline gelen bitkisel preparatların bu kadar yaygın olarak kullanılmasını pek de yadırgamamak gerekir, zira insanlık tarihi ile birlikte bitkilerin besin ve tedavi amaçlı olarak kullanıldığını iyi biliyoruz. Günümüzde de farmakognozi bilim dalının verilerini insanın yararına kullanmamız ve görmezlikten gelinmeyecek önemli verilere sahip olan bu bilim dalına daha fazla önem vermemiz gerektiği de her geçen gün belirginleşmektedir.
Yukarıdaki bu kadar sözü bana söyleten, 20 Eylül 2011 tarihinde Cell Research dergisinde yayımlanan Çini bilim adamlarının bir makalesi olmuştur. Bu araştırmanın duyulması ile birlikte lehinde ve aleyhinde hem yerli (Lydiapost, 03 Ekim 2011) hem de yabancı (NewScientist, 01.10.2011, p10) basında pek çok yayın yapılmıştır. Ben de burada kısaca araştırma verilerini aktardıktan sonra, son söz olarak birkaç cümle ile fikrimi belirteceğim.
Nanjing Üniversitesindeki Çinli araştırmacılar, hem deney hayvanı olarak kullandıkları farelerin hem de araştırmaya dâhil ettikleri insanların kanlarını alarak incelediklerinde, her iki türün plazması ve serumunda bitkisel kökenli mikroRNA’lar saptadılar. Çinlilerin bol bol tükettikleri pirinçte bol miktarda bulunan ve adına MIR168a (“microRNA168a”) dedikleri spesifik bir mikroRNA türünü serumda ve kanda beklenenden fazla oranda saptamışlardır. Bilindiği gibi, bu mikroRNA’lar DNA gibi protein kodlamazlar, fakat genlerin protein üretimini engellemek için hedef mRNA moleküllerine bağlanarak onların işlevlerini bloke ederler. Nitekim araştırmacılar fareleri sadece pirinç ya da MIR168a ile zenginleştirilmiş besinlerle besledikleri zaman, karaciğer ve kandaki MIR168a oranı yükselirken LDLRAP1 (“low-density lipoprotein receptor adapter protein 1”) düzeyinin düştüğünü ve kolesterol düzeyinin de yükseldiğini saptamışlar. Yani, MIR168a araştırmasında, kandaki kolesterol düzeyini kontrol eden LDLRAP1 proteinine bir mRNA türü bağlanarak kandaki kolesterol düzeyinin kontrol edildiği ve LDLRAP1 mRNA düzeyinin düşmesi durumunda ise kandaki kötü kolesterol düzeyinin arttığı bulunmuştur.
Fazla uzatmadan şunu söylemek istiyorum: DNA ya da RNA besinle birlikte besini alan canlıya doğrudan doğruya geçmese bile, kişinin aldığı besinler değişik yollarla genlerin ifadesini değiştirebilmektedir. Örneğin; kozmetik araştırmacıların son olarak tasarladıkları bir ilaç besin ekstreleri içermektedir ve insan bu ilacı aldığı zaman ilgili genler etkilenerek kollajen üretimini artırmak suretiyle derideki kırışıklıkların ortadan kaldırılmasını ya da azaltılmasını sağlamaktadır (NewScientist, 24.09.2011, p.10).
Kolayca görülebileceği gibi, genetik alanındaki gelişmeler her geçen gün artarak insanlığın hizmetine girmektedir. Besin ve genler arasındaki etkileşimi ele alan nütrigenetiğe bir başka yazıda değinmeyi düşündüğüm için konuyu burada kapatmak istiyorum.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.