Ali, Mardin ilinin Dara Köyünde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Altısı erkek üçü kız toplam dokuz kardeştirler. Babaları tarlada işçi olarak çalışarak ailenin geçimini temin ediyordu. Fakirdirler, ama mutluydular. Çünkü aile bireyleri olarak birbirlerine karşı samimiydiler. Birbirlerini seviyorlar, sayıyorlardı. Zaman zaman geçimlerini temin etmek için ailece başka şehirlere gidip mevsimlik işçi olarak çalışıyorlardı.
Bir seferinde Malatya’nın Yeşilyurt ilçesine kaysı toplamaya gittiler. Genç bir delikanlı olan Ali, Yeşilyurt’un Gündüzbey beldesindeki bahçelerde kaysı toplarken, tarlada çalışan güzel bir kızı görür ve genç bir delikanlı olarak Feride adındaki kızı sever. Zaman zaman kaysı bahçelerinde görüşür, konuşurlar. Bir gün Ali, duygularını bir kâğıda yazarak Feride’ye verir.
SEN VE BEN
Saf ve temiz bir su olsan,
Kana kana içsem seni.
Sen bir roman şiir olsan,
Oturup okusam seni.
Gülistanda bülbül olsan,
Ben zevkle dinlesem seni.
Mor menekşe, sümbül olsan,
Ben koklasam her an seni.
Sen dağlarda keklik olsan,
Şahin olup görsem seni.
Yaylalarda ceylan olsan,
Avcı olup tutsam seni.
Sen bir ilaç, merhem olsan,
Kalp yarama sürsem seni.
Duvağında gelin olsan,
Damat olup alsam seni.
Gerçekten gün gelir, Ali ile Feride birbirlerine olan sevgilerini ailelerine söyler, iki ailenin rızasıyla Feride gelin olur ve Ali damat olup onu alır. Evlenirler, çok mutlu bir beraberlikleri olur. Demek ki yoklukta da, tarlada da mutluluk yakalanabiliyormuş.
Dara Köyüne yerleşirler. Ali tır şoförü olarak Irak’a gider, gelir. Zaman akar, gider. Onlar Dara’nın sıcağında, sıcak bir yuvada, sıcak sevgilerle mutluluğun âlâsını yaşarlar. Bu mutluluğun neticesinde bir kızları dünyaya gelir, adını Hamide koyarlar. Mutlulukları daha da artar. Ali’nin evde olduğu günlerde Feride çayını hazırlayıp termosa doldurur, yumurta haşlar, yanına taze soğan ve tandır ekmeğini de alarak yakındaki Kürıka Çeto köyünün cennet misali bahçelerinde piknik yaparlar. Şarıl şarıl akan serin suların kenarında kilimi sererek oturan Ali ve Feride, etraftaki güzel manzaraları seyrederek yemeklerini yer, demli çaylarını yudumlarlar. Yürümeye başlayan Hamide de ağaçların altında oynayıp durur. Her şey çok güzel gitmektedir. Çevreden duyulan kuş sesleri, esen serin rüzgârlar, şarıl şarıl akan sular, onların mutlulukları, görülmeye değen şeylerdir. Şartlar ne olursa olsun, bir saatlik mutluluk, cennetten bir kesittir.
Hamide üç dört yaşına girmişti ve Ali ile Feride’nin Nadide adında ikinci bir kızları dünyaya gelmişti. Mutlulukları daha da artmıştı. Fakat bazen bu tür mutluluklar uzun sürmez. Ali, Irak yolunda bir kaza geçirir ve hayatını kaybeder. Huzur dolu, mutluluk dolu, gülücüklerin, kahkahaların eksik olmadığı o köy evinde matem yaşanır. Yüreğinde acıların en büyüğünü yaşayan Feride, Hamide ve Nadide’yi kucağına alıp onlara sarılarak ayakta durmaya çalışır. Fakat onu da Feride’ye çok görürler. Büyük kayınbiraderi Hasan, Feride’yi kendisiyle evlenmeye zorlar, “Ya benimle evleneceksin, ya da kızlarımızı bırakıp def olup bu evden gideceksin” der. Feride hüngür hüngür ağlar, “Ne olur! Ben hep sana ‘Hasan Abi’ dedim. Seni abim olarak biliyorum. Sen evlisin. Karın, dört çocuğun var. Beni kızlarımdan ayırmayın. Ben Ali’den sonra hiçbir kimseyle evlenmek istemiyorum. İki kızımı büyütmek istiyorum” diyerek yalvarır. Ama nafile. Onu evlenmeye ikna edemeyen Hasan, iki kızı Feride’den alır ve onu Malatya’ya babasının evine gönderir.
Dört yaşındaki Hamide ve altı aylık Nadide, virane evde hem anasız hem babasız kalırlar ve yengelerinin hizmetinde büyümeye çalışırlar. Hayatı zindana dönen Feride, bir tarafta kocasını kaybetmenin, öbür tarafta iki kızından ayrılmanın acısıyla baba evinde oturur. Zaman zaman kayısı bahçelerine gider, ağaçların altında oturarak Ali ile yaşadığı hatıralarla avunmaya çalışır. Feride’yi bir adamla evlendirirler. Adamın çocukları olmuyor. Ancak tedavi neticesinde tüp bebekle bir kız sahibi olurlar. Feride bu kızına da Kader adını koyar ve onunla teselli bularak ayakta kalmaya çalışır. Yıllar geçer, Kader büyür, İstanbul’da Hemşirelik Yüksek Okulunu kazanır. Feride onu alıp İstanbul’a gider, başında durur ve onu okutur. Feride, okul saatlerinin dışında hep kızı Kader ile beraber olur, iki arkadaş gibi hep beraber gezer, beraber dolaşırlar.
Bir gün Feride, Kader ile beraber yürürken, bir yazıhanenin önünden geçerler. Yazıhanenin kapısında “Dara Nakliye Şirketi” yazılı bir levha onun dikkatini çeker. “Acaba bunlar, Ali’nin köylüleri mi?” diye düşünür. Kızları Hamide ve Nadide zihninde canlanır. Onlardan ayrılalı tam yirmi sene geçmiş olmasına rağmen onları hiç görmemiş ve onlardan hiçbir haber alamamıştır. Feride, yazıhanenin kapısına yaklaşır ve içerdeki iki delikanlıya, “Siz, Mardin’in Dara köyünden misiniz?” diye sorar. “Evet abla. Niye sordunuz?” derler. Feride kendini tanıtır ve Ali’nin hanımı olduğunu söyler. Gençlerden biri, rahmetli Ali’nin küçük kardeşi Şeyhmus’un arkadaşı olduğunu söyler. Feride iki kızının hayatta olup olmadıklarını öğrenmek istediğini, bu nedenle Şeyhmus’un cep telefonunu kendisine vermelerini rica eder. Delikanlı hemen Şeyhmus’a telefon edip durumu anlatır. Şeyhmus çok duygulanır, Feride ile konuşarak iki kızının hayatta olduğunu, eve gidince onları kendisiyle görüntülü konuşturacağını söyler.
Hamide evlenmiş, bir kızı bir oğlu olmuştur. Nadide’nin ise o gün nişanı vardı. Şeyhmus eve gider, Hamide ile annesini görüntülü konuşturur. Ana kız konuşurlar ağlaşırlar. Hamide, annesine o gün Nadide’nin nişanı olduğunu anlatır. Nadide, ablasının gözyaşlarını görünce, şüphelenir ve niye ağladığını sorar. O da, “Nadideciğim, kardeşim! Senin mutluluğun nedeniyle gözyaşlarıma hâkim olamıyorum” der. Fakat akşam olunca, onu da hiç görmediği annesiyle görüntülü konuştururlar.
Bu annenin ve kızlarının acılarını kelimelerle anlatmak, dile getirmek mümkün değildir. Daha sonra Hamide ve Nadide, gidip anneleri Feride ve kız kardeşleri Kader’i ziyaret edip görüşürler, sarılıp koklaşırlar, ağlaşırlar.
Büyük bir cehaletin mahsulü olan bu tür dramları daha ne kadar yaşayacağız?!