Hekimlik zor ve sorumluluk isteyen bir meslektir. O yüzden hekimler, çoğu zaman, bulundukları toplumun zeka ve beceri ortalamasının üzerinde zeka ve beceriye sahip kişiler arasından çıkar. Öyle ya, insanlar onlara en değerli varlıkları olan bedenlerini, sağlıklarını ve yaşamlarını emanet ederler. Belki de bundan dolayı en uzun süreli olarak eğitim gören onlardır. Tıbbiyeye gelen öğrenciler ekseriyetle parlak bir eğitim mazisine sahiptir. Şimdi puanlar biraz düşse de, onlar üniversite sınavlarında ipi ön sıralarda göğüsleyenlerdendir.
Böylesine seçkin bir grubun ‘belli bir konu’da eğitimli insanlar arasında en alt sırada yer alması ne kadar ilginçtir. Bu konunun ne olduğunu her halde tahmin etmişsinizdir: El yazısı. Evet, bilindiği üzere hekimler okula gitmiş insanlar arasında en okunaksız el yazısına sahip meslek grubudur. Okunaksız el yazısına sahip olmak hekim olmanın ‘alamet-i farikası’ olagelmiştir. İlginçtir, bu ‘meziyet’ (yoksa eziyet mi demeli?) yalnız biz ‘Necip Türk Hekimleri’ne özgü değilmiş. Meğer yetmiş iki buçuk millet bu dertten muzdaripmiş.
Amerika’da yayınlanan resmi raporda bir yılda meydana gelen 100.000’e yakın tıbbi hataya bağlı ölümün 7.000 tanesinin ‘okunaksız el yazısı’ ile yazılmış reçeteden dolayı olduğu bildirilirken, 2003 yılında İngiltere’de yapılan bir araştırma, doktorların %5’inin el yazısının ‘okunamaz’ olduğunu ortaya koymuş. Yine Amerika’daki bir araştırma, eczacıların okunamayan reçeteler yüzünden bir yıl içinde hekimleri 150 milyon kez aradıklarını ve bunun, doğan iş gücü kaybı ve diğer faktörlerle birlikte sağlık sistemine milyarlarca dolara mal olduğunu ortaya koyarken, Singapur’da 1996 yılında 2675 hekim üzerinde yapılan bir araştırma doktorların %4.5’inin el yazısının ‘okunamaz’ olduğunu rapor etmiş.
Ancak içimizi rahatlatabilecek başka bir araştırmaya göre 1979 yılında Amerika’da yapılan ve JAMA’da yayınlanan bir çalışmada hekimlerin %16’sının el yazısının ‘okunamaz’ olarak bulunurken, yazılan her 100 reçeteden 30 tanesinin ‘okunamayan el yazısı’ yüzünden eczacılar tarafından hekimlere danışıldığı bildirilmiş. Yani 20 yılda %9 iyileşme söz konusu. Artık hastalar %9 daha az, iyileşmeme, kötüleşme veya hayatını kaybetme riskine sahip. Aman ne güzel !!! Malum, araştırma ve istatistik yoksunu bir ülke olduğumuzdan, bu konuda da yapılmış bir araştırma bulunmamakta. Ancak, yukarıda adı geçen ülkeler ile kıyaslandığında bu rakamların ve oranların daha yüksek olduğunu tahmin etmek hiçte güç değil. Eczacıların diploma kiraladığı, ilk okul mezunu çırakların tezgahın arkasına geçtiği, eczanelerin doktoru arayıp yazılan ilacı teyit etme gibi bir alışkanlığın yaygın olmadığı, hekim başına düşen muayene edilecek hasta sayısının oldukça yüksek olduğu ülkemizde yılda kaç tane ‘okunamayan yazı’ kurbanı hasta olduğunu varın siz düşünün.
Nedir bu, dünyanın her yerinde hekimleri okunamayacak şekilde yazmaya sevk eden saik? Genom projesiyle uğraşanlara mı sorsak acaba? Belki de tıbba eğilimli olmayı sağlayan gen ile okunaklı el yazısına sahip olmayı sağlayan gen birbirine ters etkili çalışmaktadır. Yoksa bu tıbbiyenin ‘parlak zekalı çocukları’ matematik, fizik, kimya ve biyolojinin tılsımlı dünyasında dolaşırken ‘okunaklı yazmak’ gibi ayrıntılara dikkat etmeyi beyhude bir çaba olarak mı görmekteler? Okunaksız yazı yazmaya ilişkin meşhur mazeretlerden bir tanesi, tıp fakültesinde çok fazla not tutulması ve buna bağlı olarak el yazısının bozulması. Sanki hukuk fakültesi, veteriner fakültesi, mühendislik fakültesi ve diğer fakültelerde not tutulmuyormuş gibi. Zaten bütün tıp öğrencileri ‘ha babam’ sürekli not tuttukları için tıp fakültelerinin etrafındaki fotokopiciler köşeyi döner.
Yapmayın. Not tutan mı kaldı? Bu her zaman böyle olmuştur. Biz tıbbiyedeyken, 1980’lerde de öyleydi, hala da öyle. Yazısı güzel olan ve iyi not tutan bir arkadaş (çoğu zaman kız) derse girip not tutar, bütün sınıfta ondan fotokopi çektirir. Yıllar geçer o çilekeş arkadaşımızın yazısı bozulmaz, ama bütün bir sınıfın yazısı okulu bitirip doktor olunca okunmaz hale gelir.
Sıklıkla ileri sürülen bir başka mazerette, çok fazla hasta muayene etmek zorunda kalındığı, bu yüzden eciş bücüş reçeteler ‘karalandığı’dır. Doğru ya, hekimlerin tamamı servislerde, özel muayenehanelerinde ve özel yaşamlarında ‘inci gibi’ yazı döktürürler.
Okunaksız yazı yazmak ‘hekimliğin raconu’ndan değildir. Okunaksız reçeteler ve hasta başı tabelaları ile eczacı ve hemşireleri uğraştırıp, hastalarını riske atanlar mesleki sorumluluk sahibi olmayan, profesyonellikten uzak, yaptığı işe saygısı olmayan insanlardır. Yukarıdaki her iki mazeretin de geçerli olduğunu var saysak bile, hiçbir hekim okunaksız reçeteler ve hasta tabelaları yazma lüksüne sahip değildir. Nasıl ki, bir hekim “Okul yıllarında çok çektim, bende şimdi başkalarına çektireceğim”; “Tıbbiyede çok fazla uykusuz geceler geçirdim, bu da benim sinir sistemimi yıprattı. O yüzden hastalara biraz asabi davranırsam beni mazur görün”; “Bakmam gereken o kadar çok hasta var ki, sizin sırtınızı şöyle paltonun üzerinden dinleyeyim” diyemezse, yukarıdaki mazeretlerin arkasına sığınarak, muayenesini yaparak sorumluluğunu aldığı hastaya tedavisini gösteren reçetesini okunaklı bir şekilde takdim etme yükümlülüğünden kaçamaz.
Size, en sık karşılaştığınız birkaç meslek grubunun üyelerini hatırlatmak isterim. Sizce, her gün karşılaştığımız ilaç firması temsilcileri, bankacılar ve de mağaza tezgahtarları neden sizinle karşılaştıklarında kıyafetine çeki düzen verip, konuştukları kelimeleri özenle seçerler? Acaba bu insanlar özel yaşamlarında da böylesine nazik, güzel konuşan ve tertipli insanlar mıdır? Muhtemelen hayır. Buna profesyonellik deniyor ve profesyonellik, mesleğinizi icra ederken, kendinize ve alışkanlıklarınıza rağmen işinizin gereğini yapmayı gerektirir.
O zaman ne yapmalı? Ne yapılması gerektiği, başka ülkelerin ne yaptığı ve bunu değiştirmek üzere kendimin ne yaptığı da bir hafta sonraki yazıda. O güne kadar; Bütün reçetelerinizin okunaklı olması dileğiyle…