Geçen yazımda en temelde sorulan “nasıl bir anayasa” sorusunu paradigmal anlamda insanın hak ve özgürlüklerini devlet karşısında koruyabilecek bir anayasa şeklinde cevaplamış; bunun da anayasanın insan ile devlet arasında bir sözleşmeyi içermesi gerekliliği üzerinden anlatmaya çalışmıştım. Bugün için yaşanan sorunların içeriği göstermiştir ki, insan ile devlet arasında yeni bir sözleşmeye ihtiyaç vardır. Tam da anayasa tartışmaların yükseldiği bir dönemde “sözleşme”ye dikkat çekilmesinin önemli olduğunu düşünmekteyim.
Bu sözleşmenin temel esprisi bir devletin uhdesinde yaşan insanlarla (vatandaş) devlet arasındaki ilişkilerin hukuk çerçevesinde ve karşılıklı ödev ve yükümlülüklerin yerine getirilmesi esasına dayanıyor olmasıdır. Burada devlet tüzel bir kişilik olarak yönetilirken, vatandaştan beklediği yükümlülükler kadar kendi yükümlülüklerini de vatandaşa karşı yerine getirmek durumunda olacaktır.
Çok kaba bir biçimde devlet ile insan arasındaki ilişkilerin iki felsefi temelde ele alınması söz konusudur. Bunlardan ilki, insan devlet içindir. İkincisi, devlet insan içindir. İlk yaklaşım, son tahlilde insanın devlet lehine paranteze alınabildiği, feda edilebildiği bir durumu tanımlamaktadır. Bu bağlamda devletin bir güç temerküzü olarak metafizikleşmesini ifade etmektedir. İkincisi ise devletin sürekliliğini insan dinamiğine referansla tanımlar. Belki Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, bu ikinci perspektifi veciz bir şekilde tanımlamaktadır. Dolayısıyla insanla devlet arasındaki sözleşmenin dayandığı felsefe, insanı devasa bir güç haline gelen devlet karşısında daha korunaklı kılmaktır.
Temel referans çerçevesini bu şekilde belirginleştikten sonra, anayasa bağlamında birkaç sorunsal üzerine analiz yapabiliriz. Anayasa, bilindiği üzere normlar hiyerarşisi içerisinde en üst düzeyde yer almaktadır. Anayasa muhtasar bir metin olmasının yanı sıra özellikle günümüzde evrensel normları içermek durumundadır. Bu bağlamda toplumda adaleti sağlamak gibi temel bir hedefi sağlamak konusunda azami düzeyi sağlamalıdır. Ayrıca kanunların da anayasanın bu ruhuyla mücehhez kılınması sağlanmak durumundadır.
Karl Marx’ın diyalektik materyalizmi Hegel’in idealist felsefesini tersine çevirirken, iki boyutlu olarak okuduğu toplumun hareket ettirici temel dinamiğini üretim araçları ve üretim ilişkileri olarak belirlemişti. Bir alt yapı kurumu olarak üretim araçları ve üretim ilişkilerinin belirgin olduğu toplumsallıkta, hukuk, din, sanat vb. diğer unsurlar üst yapı kurumları olarak tanımlanmaktaydı. Burada Marx dini gerçekliğin üzerini örten bir unsur olarak görürken, hukuku da egemen sermaye sahiplerinin talepleri doğrultusunda şekillenen ve içeriklendirilen üst yapı kurumu olarak okudu. Marx’ın bu okumasında hukuk açısından ortaya çıkan temel problem; hukuk normlarının üstünlerin (üst sınıfların, aristokratların, seçkinlerin vb.) hukuku haline gelmesidir. Dolayısıyla anayasanın bu zafiyetten mesafeli bir şekilde inşası önemlidir.
Anayasanın insan lehine daha fazla yığınak yapan bir nitelikle tebellür etmesi gerektiğini belirtmiştik. Belki bunun birkaç boyutuna özellikle değinmeliyiz. Birincisi, Anayasa negatif özgürlükler bağlamında en geniş çerçeveyi çizebilecek düzeyde insan özgürlüğünü kuşatabilmelidir. Normlar hiyerarşisi açısından anayasanın altında olan kanunlar ise negatif özgürlükleri hareket noktası alarak, pozitif özgürlükleri düzenlemelidir.
İkincisi, anayasa bu özgürlükleri düzenlerken “ama” kelimesinin getireceği istisnalarla insan lehindeki artıları eksilerle yok ederek başa dönmemelidir. Özellikle anayasa metni ifadelerinin net olmaması ile beraber “ama”ların yekün teşkil etmesi, esasen ne devlet ne de insanın artı hanesine yazılacak bir sonuç üretmediğinden son tahlilde problemleri besleyecektir.
Anayasanın modern zamanlarda daha çok işlevselleştiği bir gerçektir. Modern toplumlar geleneksel toplumlardan farklı olarak belirsizlik ve karmaşanın artması ile tebellür etmektedir. Doğrusu bu, postmoderne doğru evrilen modern toplumların bir doğasıdır denilebilir. Bu süreçte Michel Foucault’un okul, hastane, hapishane, fabrika gibi kurumlar üzerinden analiz ettiği “disiplin toplumu” kavramsallaştırması, esasen modern dönemin insan üzerindeki tanrısal kontrolünü ifade etmekteydi. Nitekim Foucault’un Jeremy Bentham’a atıfla dikkat çektiği “Panoptikon” tam da böyle tanrısal bir gözü tanımlamaktadır.
Ulrich Beck’in “Risk Toplumu” kavramsallaştırması bir yandan risklerin giderek insanları dolayımlayarak yayıldığını ifade ederken, Gilles Deleuze ise kontrol toplumlarından bahsetmektedir. Özellikle postmodern tüketim tarzının yaygınlaşmasıyla birlikte insanlığın artık farklı şekillerde kontrollerinin artırılacağına dair işaretler kendisini göstermeye başlamıştır. Nihayetinde tüketimin yeni ekonomi politiğinde bir risk haline gelen insan üzerine geliştirilecek kontrol politikaları global ölçekte daha sıkılaşacakmış gibi görünmektedir. İşte tam da bu noktada, anayasaların insanın manevra alanını genişletecek sözleşmeler olarak düzenlenmesinin önemine dikkat çekmek bir zorunluluktur. Analizlerimiz yeni anayasa tartışmalarına bir katkı olarak düşünülebilir.
Tabii ki bir teori olarak anayasa metninin düzenlenişi kadar uygulamaları da önemlidir. Fakat bir o kadar önemli nokta da, insana dair tüm özgürlüklerin yükümlülüklerden bağımsız düşünülememesidir. Yükümlülüklerin felsefi temelde inşası ise bir başka tartışmanın konusudur.