Yayın editörümüz tarafından, Akademik Akıl’da bir süredir, her ay ve o ayın konusu belirleniyor. Bu şekilde o konuyla ilgili yazılar çıkmaya başlıyor. ‘Liyakat’, ‘Bilim-Siyaset ilişkisi’, ‘Nasıl Bir Üniversite’, ‘Covid-19 Pandemisinin İnsanlığa Mesajları’, ‘Türkiye’nin En Temel Sorunları ve Çözüm Önerileri’, ‘Bilim-Din İlişkisi’ konuları işlendi. Haziran ayında da, ‘Nasıl Bir Anayasa’ konusu inceleniyor. Şimdiye kadar ayın konularıyla ilgili olarak çeşitli yazılarım çıkmıştı. Bu ayın konusu olan ‘Anayasa’ ise, çok özel bir konu. Öncelikle hukukçu, hatta daha da ilerisi anayasa hukukçusu olacaksın ki bir şeyler söyleyip yazabilesin. Temenniler güzel olmasına güzel de somut ve yazılı önerilerle masaya oturmak lazım.
Ben en iyisi bu anayasa konusunu bir de Süleyman abime danışayım dedim. – Abi, anayasa konusunda neler yazayım? – Oğlum, yazılarını başından beri okuyorum. Maşallah sağlık, eğitim derken neredeyse her konuda yazıyorsun. ‘Liyakat ailede başlar’ yazısında, özetle şöyle demişsin: ‘Bir nesil düşünün, üç-beş yaşlarında, evin kapısı çalındığında annesinin ‘annem evde yok’ deyiver sözleriyle tanışmış. Yalan söylemeyi normal, okulda kopya çekmeyi matah sanmış. Çalıntı sorularla üniversite sınavını kazanmayı içine sindirebilmiş. Liyakat onun için ne ki. Tavassutla, torpille, hiç liyakati olmasa da, bulduğu her işe girer. Belirli bir grubun ya da partinin içinde kalmak kaydıyla yükselir de yükselir. İyi de, biz ne zaman böyle olduk, ne zaman bozulduk? Eğer ülkemizde yıllardır işler ehline verilseydi son depremlerde o devasa binalar yerle bir olmazdı. Hızlı tren kazalarında onlarca vatandaşımız kaybedilmezdi. Kamuda, okullarımızda, üniversitelerimizdeki, liyakatsizlik, çürüme ve bozulma sadece bu iktidar döneminde oldu diyenler, tek kelime ile yanılırlar. Tüm bu yaşadıklarımız, aslında yılların ihmali ve vurdum duymazlığıdır. Düzelmemiz için en azından birkaç nesil geçmesi gerekiyor.’
Bilim- siyaset ilişkisiyle ilgili olarak, ‘Okula, kışlaya ve camiye, siyaseti sokmayın’ başlıklı yazında: ‘Bilim yuvaları olan üniversitelere akademisyen olarak öğretim görevlisi, doçent, profesör alımlarında eğer siyaset, liyakat ve bilimin önüne geçerse ‘ki bizde böyle olabilmekte’. Bu yüzden bizimkiler dediğiniz sıradan olanları, çok daha zeki, çok daha bilimsel olanlara tercih etmek durumunda kalabilirsiniz. Kamuda, bir bilim yuvasına akademisyen alınırken, çoğunlukla alınacak kişiler önceden belirlenip kadrolar da ona göre açılıyor. Dosyasında sadece alınacak kişinin yaptığı çok özel bir araştırma kadro alımına ‘ön koşul’ olarak konuluyor.’
Nasıl bir üniversite konusunda, ‘Üniversite üzerine eskiz üstü karalamalar’ başlığıyla: ‘Büyük bilim insanımız, Cahit Arf’in dediği gibi, ‘bilim adamlığı bir meslek değil, bir yaşam biçimidir’. Toplumların yapısı, çoğunlukla statiktir. Üniversitelerin yapısı ise dinamiktir. Üniversiteye her yeni katılan, birden kaynayan kazana dalıvermiş gibi olur. Yıllar içinde kendine has olan diken ve pürüzlerinin giderek aşındığını ve çakıl taşı gibi düzeldiğini fark eder. Buna biz, ‘kendi taşını yontmak’ diyoruz.
Üniversitenin kendine has özelliğinden midir nedir ‘içi beni, dışı seni yakar’. Bu nedenle üniversiteler ülkemizde devamlı olarak göz bebeği ve cazibe merkezleri olmuşlardır. Kale benzeri bir yapıları vardır. Dışında kalanlar içerdekileri, içerdekiler de dışardakileri özler durur. Önemli olansa, üniversitedeki bilgi birikiminin o kaleden çıkıp topluma mal olmasıdır. İşte ancak o zaman gelişmiş bir toplum olabiliriz’ demişsin.
Covid-19 Pandemisinin insanlığa mesajları konusunda, ‘Pandeminin mesajlarını alabildik mi?’ başlığıyla, ‘İnsanoğlunun başına bir gelecek vardı da, böyle mi oldu? Hani bir söz vardır: ‘Kulun başına bela gelmez hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça’ derler. Soruyorum size, çok mu azdık biz? Yoksa, sağımıza solumuza ve etrafımıza bakmadan çok hızlı gittik de, duvarlara mı tosladık?
‘Az zamanda çok ve büyük işler’ yapılırken insanoğlu, önüne çıkan her türlü engeli hiç düşünmeden yakıp yıkıp, adeta tahrip ederek geçmeye mi çalışıyor? Doğayı katlettik, suları kirlettik, ormanları yok ettik. Devasa gökdelenler, barajlar, köprüler, büyük araştırma merkezleri, üniversiteler ve ultra modern hastaneler, açıldı. Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, bulaşıcı hastalıklar tamamen önlenebildi mi? Dünyada, açlık ve sefaletin önüne geçilebildi mi? Hayır, ne gezer.
Öyleyse üzerimizdeki güç, ‘Hey insanoğlu, aklını başına al’ diyerek, bize dersler mi veriyor? Yanıtını siz verin’ diye sormuşsun.
Türkiye’nin en temel sorunları ve çözüm önerileri konusunda, ‘Çareyi orada burada aramayın, çare kendi içimizde’ başlığıyla, ‘Devletler de tıpkı binalar gibidir. Binalar sağlam temeller ve onun direkleri üzerinde yükselirler. Devletler de öyle. Çareyi, orada burada aramamak lazım. Çare kendi içimizde saklı. 1923’den itibaren, ortada hiç para yokken dışarıdan kredi alınmaksızın yapılanlara, açılan fabrikalara ve sanayi tesislerimize sonra da birer ikişer satıp kapattıklarımıza bakmamız yeterli. Dışarıda, içeride, nerede olursa olsun, kavgayı bir tarafa bırakıp, bu girdaptan nasıl kurtuluruz ona bakmalıyız. Onu şuraya tayin et, bunu görevden al, yerine başkasını değiştir gibi önlemler yarayı sadece pansuman ederler. Kanayan yaraya, neşteri vurup irini boşaltalım. Ben ülkemden ve insanımızdan, asla ümitsiz değilim. Ülkemiz insanının, mayası sağlamdır. Başarının %99’u terdir derler. Bu yolda ve bu uğurda, çok terlememiz lazım.’
Bilim-din ilişkisi konusunda, ‘Bilim-Din ilişkisi, birbirine engel mi, yoksa itici güç mü’ başlığıyla, ‘Din bilimin gelişmesine engel olur mu? Tek kelimeyle, olmaz. Dindeki yanlış yorum ve uygulamalar, bilimin ve ülkelerin gelişmesine engel oluyorlar. Bugün gelişmiş ülkelere baktığımızda, farklı dinlere sahip olduklarını görüyoruz.’
Arada bir, ‘Süleyman abi, yazdıklarımı onaylıyor musun?’ diye sormuş, ben de -‘Oldu oldu da, yazdıklarının bazıları zülf-i yare dokundu.’ demiştim. Konu anayasa olunca, bak nasıl da tıkanıp kaldın. Anayasa, pek çokları gibi senin de benim de boyumuzu aşar. Anayasa konusunda sakın bir şeyler yazma. Hiç olmazsa bu sefer, haddini bil de otur yerine.
1 yorum
Bu yazıya nasıl yorum yazayım hukukçu değilim ama benim kırmızı çizgilerim var laik türkiye cumhuriyeti ve Ataturk devrimleri en kırmızılar.Haldun türk milletine eğer 40 sene sivasta yaşamasaydım güvenebilirdim ama ondan sonra hiç. Ben ilk okuduğum köy hayatı anlatan ince memed i okuduğumda yazarın amma hayal gücü varmış diye düşünmüş sasirmistim.ama sivas a gittikten 2 sene sonra nurlarda yatsın yaşar kemal ‘in buraların yarısını bile anlatamadığını fark ettim ki sivas anadolunun ortası daha doğuyu düşünemiyorum dolayısıyla ben hiç umutlanıyorum