Anayasa bir toplumun hiyerarşik anlamda en üst düzeyde düzenlenmiş hukuksal metni olup, özellikle çağdaş dönemde birey ile devlet arasındaki bir sözleşmeyi ifade etmektedir diyebiliriz. Tam da bu sebeple içinde yaşadığımız çağın hızlı değişim ve ihtiyaçlarını kapsayıcı bir biçimde şekillendirilmesi ve daha da önemlisi revize edilmesi altının çizilmesi gereken noktalardır.
Tarihsel süreç içerisinde Batı’da Magna Carta ilk anayasa olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte ondan yüzyıllar önce Hz. Peygamber’in (SAV) Medine’ye hicretinden sonra Müslümanlar ve Yahudiler başta olmak üzere orada yaşayan farklı inanç ve gruplar arasında imzalanan Medine Sözleşmesini de bir anayasa metni olarak kabul eden görüşler de vardır. Öncelikle anayasanın aynı zamanda bir sözleşme olduğu buradan yola çıkılarak düşünülebilir.
Burada iki anahtar kavramın karşımıza çıktığı görülmektedir. Bunlar “anayasa” ve “sözleşme” dir. Batı tarihine bakıldığında modern zamanlarda siyaset felsefesinin Machiavelli’den itibaren değişmeye başladığını görmekteyiz. Fakat esasta Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jack Rousseau’nun siyaset ve toplum felsefelerinde “sözleşme” kavramına yer verdiklerini görmekteyiz.
Hobbes, “insanın kötü olduğu” alt varsayımında yola çıkarak ilkin siyaset öncesi duruma değinir. Burada insanlar arasındaki ilişkilerde gelişebilecek dengesizlik, adaletsizlik ve tahakküm karşısında “devlet”i öne çıkarır. Buna göre insan tüm bu olumsuzlukları giderecek bir kuvvet olarak devlete ihtiyaç duyar ve onunla sözleşme yapar. Tüm bunları analiz ettiği kitabının ismi olan Leviathan Kutsal Kitap’ta her şeyi yutan bir ejderhadır. Hobbes’un devlete yönelik bu metaforik isimlendirmesi, biraz da modern zamanlarda Hegel’in ifadesiyle devletin Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü şeklindeki tanımından mülhem büyük bir güç haline gelmesi sebebiyledir.
Bu arada parantez içerisinde modern zamanlarda modern devletin gelişimiyle birlikte tebellür etmeye başlayan “birey” kavramını da hatırlamak gerekmektedir. Birey, Tanrı’dan azade olan bir dünyada özerk (otonom) haline gelmiş insanı tanımlar ki, bu insan Tanrı’dan azade bir kendilik tanımı geliştirmiştir. Her ne kadar Tanrı’nın yerine ikame olmaya çalışsa da, Hegel’de içerik kazandığı şekliyle Tanrı’nın tüm sıfatlarını kazanmış modern devlet karşısında güçsüz ve zayıf kalmaktadır. Tam da bu sebeple Hobbes da bireyin Leviathan olarak gördüğü devlet karşısındaki güçsüzlüğünü onaylamaktadır.
Hobbes’un ardından John Locke, insanın doğuştan getirdiği ve sahip olduğu hakların doğa durumunda ve aklın imkanlarıyla mümkün olduğunu düşünmekle birlikte, bireylerin haklara yönelik kendilik yorum ve algılarının oluşturacağı muhtemel çatışmaları açmanın imkanını devlette ve insanla bu devlet arasındaki sözleşmede bulan bir felsefe geliştirir. Jean Jack Rousseau da “Toplumsal Sözleşme” isimli eserinde böyle bir sözleşmeden bahseder.
Peki sözleşme nasıl tanımlanabilir ve anlamı nedir? Sözleşme burada devletle birey arasında karşılıklı haklar ve yükümlülükler noktasında varılan anlaşmayı tanımlamaktadır. Bu tanım açısından değerlendirdiğimizde, hem devlet hem de bireyin tek taraflı değil, karşılıklı hakları ve yükümlülüklerine atıfta bulunulmaktadır. Böyle bir sözleşmenin yapılmasının ilk sebebi, devlet denilen organizasyonun gerekliliğidir. İkincisi, büyük bir güç olması dolayısıyla devlet ile güçsüz olan birey arasındaki ilişkilerin önündeki belirsizliklerin ve muhtemel adaletsizliklerin giderilerek bunların karşılıklı yükümlülük ve haklara yaslandırılması zorunluluğudur.
Anayasalar bu bağlamda modern zamanlarda önem kazanmış olup birey ile devlet arasındaki ilişkileri düzenlemek üzere devreye girerler ve bir sözleşme hüviyeti kazanmışlardır. Fakat anayasaların bugün kazandıkları anlam, modern zamanlarda devletin kazandığı devasa güç, bireyin icadı, cemiyetten topluma geçiş ve vatandaşlık kavramı dolayımlıdır. Böylece anayasaların temel işlevi de özel olarak güçsüz kalan insanı korumak şeklinde belirginleşmektedir. Bu bağlamda insan-devlet ilişkisinde bir sözleşme olarak anayasanın, devasa bir güç haline gelmiş modern devlet karşısında bireyi korumak üzere devreye girmiş metinler olması söz konusudur.
Kısaca anayasa ve sözleşme kavramları üzerinden yaptığımız bu giriş, “Nasıl bir anayasa?” sorusunun en azından paradigmal cevabını ortaya çıkarma açısından bize imkan vermektedir. Elbette güvenlik başta olmak üzere insanın temel ihtiyaçlarını karşılama karşılığında devletin insanlara yükümlülükler dizgesi sunması bir realitedir. Fakat bir tüzel kişilik olarak devletin de vatandaşları karşısında yükümlülüklerini yerine getirmesi esastır. Bu denklem içerisinde anayasalar devlet karşısında(hele küreselleşme çağında) giderek güçsüzleşen insanın temel haklarını korumak üzere içeriklendirilen metinler olmalıdırlar.
Özellikle günümüzde giderek insan ve devlet ilişkilerinde temel hak ve yükümlülüklerin sağlanamadığı şikayetleri düşünüldüğünde, anayasa reformunun insan ve devlet arasında yeni bir sözleşme olarak düşünülmesi zorunlu görünmektedir. Anayasa reformlarının odaklanması gereken yerin de burası olması gerektiğini düşünmekteyim.