Havalar da bir türlü soğuyamadı gitti bu sene. Ekim, kasım geldi, hâlâ güz yağmurları yeterince yağamadı. Kısa ve ince giyersin, ortalık yağmur, sağanak. Ertesi gün, olmadı deyip kalın giyersin, elde şemsiye, çanta. Tepenizdeki güneşten yanıp biter, ter içinde kalırsın.
Birbirimizden hiç farkımız yok. Sudan, yağmurdan hepimiz etkileniriz. Ayakkabıların çoğu içine geçirir. Giysiler de farklı değil. Bilir misiniz bilmem, sudan etkilenmeyen bir tek keçilerdir, keçiler.
Keçi dedim de, aklıma geldi. Son zamanlarda pek çokları Ankara’ya amblem arama telaşında. Önceleri “Hitit Güneşi” dediler, tutmadı. Sıhhiye’deki heykelini bile kaldırdılar. “Atakule” olsun dediler, hiç olmadı. Son zamanlarda “Ankara Kedisi” dediler. Olur da, Ankara’da, Ankara Kedisi’nin kendisi nerede? Hem kedinin faydası kime, gören bilen var mı? Adı kalmış kendisi yoklarda. Hiç böyle amblem mi olur?
Ankara’nın gerçek sembolü, “Ankara’nın Tiftik Keçisi”dir. Keçinin önemini ilk keşfedenler yine İngilizler olmuş. Bin sekiz yüzlü yıllarda bakmışlar, Osmanlı askerleri yünden yapılmış çok sağlam, su geçirmez giysiler, yün çoraplar giyiyorlar. Merak edip araştırdıklarında, bunların keçi kılından yapıldıklarını görmüşler.
İşte bu nedenle bu değerli keçileri götürüp, kendileri de yetiştirmek istemişler. Osmanlı Devleti o tarihlerde keçilerin ülke dışında üretilmesinden çekindiğinden, keçilerin canlı ihracatı yasakmış. Kırım Savaşı, arkasından 1876-77 Osmanlı-Rus Savaşları, meşhur Doksan Üç Harbi’nde devlet güçsüz düşünce, hamiliğimize soyunan İngiltere’ye koca Kıbrıs adasını verivermişiz, üç beş keçinin lafımı olur, alın götürün, hayrını görün deyivermişler.
Alıp götürmüşler keçileri. Önce İngiltere’ye, ardından İskoçya’ya. Ama oralarda bir türlü üretememişler. İkinci partiyi götürdükleri, iklim ve yükseklik olarak Ankara’ya daha yakın olan Güney Afrika ve Yeni Zelanda’da üretmeyi başarmışlar.
İşte, sizin tonla para ödeyip dışarıdan satın aldığınız Angora kazaklarının öyküsü. Kökleri, bizim değerini, kıymetini yeterince bilemediğimiz tiftik keçilerinden geliyor. Aslında, İngilizlerin hakkını da yememek lazım. Adamlar, hiç olmazsa “Angora” olan adını değiştirmemişler.
Keçi, çelebidir. Sudan, yağmurdan, kardan hiç etkilenmez. Saatlerce yağmurda kalsa bile içine su işlemez. İnatçıdır, belli bir fikri hep vardır. Fikrinde ısrarcıdır. Koyunlar gibi kolaylıkla güdemezsiniz. “Keçinin bilmediği ot başını ağrıtır.” derler. Keçiler bilmediği otu asla yemezler. Dağların, tepelerin en uçlarında korkusuzca gezinirler. Sevdikleri ve eşleri için başkalarıyla ölesiye mücadele ederler, ölümü bile göze alırlar. Tökezlediği bir yoldan ikinci kez asla geçmezler. En ücra, dağlık ve tepelik alanlarda bile onların izine rastlarsınız. Keçi yolları, şimdinin “patika yolları” olarak anılıyor. Keçilerin yabanisi vardır, koyun ve ineklerin yoktur. Keçiler sadece rüzgârdan olumsuz etkilenip hastalanırlar.
Ankara için yeni amblem aranıyormuş. Ankara’ya başka amblem aramaya ne gerek var? Ankara’nın amblemi keçidir keçi! Ankara’nın, bizim “tiftik keçisi” dediğimiz, yabancıların “Angora” dedikleri işte o bildik keçilerimiz.
Ankara Büyükşehir Belediyesi çalışanları, bir zamanlar bunların ufak heykelciklerini şehrin değişik yerlerine koymuşlardı. Başka belediyeler, hatıra olsun diyerek alıp götürünce, yerlerine yenilerini koymadılar. Büyüklerini de zahmet edip yapmadılar.
Keçinin, kılı da, sütü de, peyniri de inek ve koyuna göre daha pahalıdır. Herkes kendine göre keçiden bir şeyler kapmaya çalışır. Tiftikçi yapağısını, mandıracı sütünü, enteller de sakalını.
İnançlarda, görüşlerde ve fikrilerde başkalarına güdümlü olmamak için, çoğu zaman keçi gibi bilgili, çelebi ve inatçı olmak gerekiyor.
Koyun gibi bir oraya bir buraya güdülmektense, keçi gibi kendi fikrinde ve kendi yönünde giderken, örselenip itilip kakılmak belki daha haysiyetli.
Yeter ki, fikirler ve görüşler çıkar gözetmeyen, art niyet içermeyen, toplumun yararına ve tutarlı olsun.