Arada bir vakit bulduğumda, sitemizdeki eski yazıları da okumaya çalışırım. Bunlardan biri de, Ferzende İdiz’in 23.11.2020 de kaleme aldığı, ‘Anlamını bilmeden Kur’ân okumak’ yazısı.
Yazar şöyle başlıyor : ‘Birkaç yıl önce öğrencilerimden birisi, “Hocam! Ben anneme, anlamını bilmiyorsan Kur’ân okuma dedim” demişti. Niçin diye sorduğumda “çünkü anlamını bilmeden Kur’ân okumasının bence bir anlamı yok” diye cevap vermişti. Ders içinde, gerekli cevabı vermeye çalışmıştım. Öğrenciyle konuşurken, kulaktan dolma bilgiler ve kendisince yürüttüğü akıl çerçevesi dışında, sağlam bir dayanağının olmadığını da görmüştüm. Sonraları aslında bu kanıda olanın sadece o öğrencim olmadığını, koca koca adamların, hatta bazı ilahiyatçıların da bu görüşte olduklarını ve birçok gencin kafasının bundan dolayı karışık olduğunu anladım….’
Yazının, oldukça çok okuyanı olmuş (an itibarıyla 38 bin kişi). Ayrıca bir kısmı yazar tarafından olmak üzere, lehinde ve aleyhinde olmak üzere, yirmidokuz yorum yapılmış.
Bu konuda, Çiğdem Solak’da bir yazı kaleme almış:
‘Geçtiğimiz Cuma günü binamızda bir komşumuzun evinde Kur’anı Kerim okunacakmış. O gün bizi de davet ettiler. Tabii ki; davete icabet etmek gerekir. Biz de o gün orada bulunduk. İçeride, aşağı yukarı yirmibeş kadar kadın vardı. Daha sonra Kur’an açıldı, Duhân ve Ankebut sûreleri okundu.
Bu iki sûre okunduktan sonra ben şöyle dedim.
“Hanımlar eğer izin verirseniz size çok güzel bir dini hikaye anlatmak istiyorum.” dedim.
Kadınlar bana: “Tabii ki buyrun.” dediler.
Bu arada, çok güzel İngilizcem vardır. Ana dilim gibi ve çok güzel konuşurum. Öyle ki; bu sayede Arapça olarak okunan sureleri dinleyen kadınlara, Dinlerini ve İslâmiyet’i çok iyi anlamaları gerektiğini anlamaları için de, kafamda hemen bir plan yaptım ve uygulamaya koydum ve bunun içinde anlatmak istediğim hikayeyi İngilizce anlatmaya başladım.
Herkes önce bir birbirlerine sonra da bana baktılar. fakat ben hiç umursamadan anlatmaya devam ettim. Hiçbir şey anlamadan dinleyen kadınlardan birisi kolumu dürtüp; “Gız, anam sen ne anlatıyon? Biz hiç anlamıyoz.” dedi. Ben de amacıma ulaşmış olmanın özgüveni ile şöyle dedim:
“Hayrola; ne oldu ki? Hem siz anlamasanız da olur. Siz sadece az önce yaptığınız gibi yine gözlerinizi kapatın ve sağa sola sallanmaya devam edin.” dedim ve devam ettim. Sonra, ev sahibi müdahale etti. “Ama Çiğdem Hanım çok ayıp ediyorsunuz. Ne anlatıyorsun? Seni hiçbir kimse anlamıyor ki!.” dedi. Ben:
“Demek benim bu hikayeyi size İngilizce olarak anlatıyor olmamı size karşı terbiyesizlik yapmış olduğum anlamına geliyor? Peki o zaman, siz de ayni terbiyesizliği Allah’a karşı yapmıyor musunuz? Buraya toplanmışsınız fakat Arapça okunan ve Allah’ın bizlere ne anlattığını anlamadan, size ne mesaj verdiğini bilmeden ve daha feci olan bir şeyi yapıyor, onun ayetlerini çıkar amaçlı kullanıp sevap kazanmanın derdine düşüyorsunuz.
Yani sizi yaratanın Allah olduğuna inanıp, Allah’ın yalnızca Arapça mı bildiğinizi sanıyorsunuz? Oh ne âlâ, ne güzel. Yani, kısa günün karı; İki adet Arapça sûreyi, yüzeysel ve de tek bir kelimesini bile anlamadan okuyun ve Allah’a karşı görevinizi yaptığınıza inanarak, sonra da dağılın ve evlerinize gidin. Ondan sonra da; “Müslümanlar niye geri kaldı?” diyorsunuz.
Biz bu kafayla ve İslâmiyet’in bu kutsal kitabında yazılanların ne anlattığını anlamadan ve yalnızca duvara asarak çıkar amaçlı kullanırsak, bize her şey müstahaktır!!.’
Ben, bir tıp doktoruyum, ilahiyatçı değilim, dini bilgilerim de öğrendiğim kadardır. Arapça bilmiyorum. Başucumda, Türkçe meali bulunan üç Kur’an bulundururum. Yazarları, Yaşar Nuri Öztürk, Gazi Özdemir ve İhsan Eliaçık. Sonuncusunu internetten de indirdim. Vakit bulduğumda, açıklamalarıyla birlikte okumaya çalışırım.
Arapça Kur’an okunduğunda da, huşu içinde dinlerim. Önemli olan, Kur’an’ın arapça okunduktan sonra, bizzat okuyan tarafından, Türkçe izahının yapılmasıdır ki, çoğu zaman bu yapılmıyor. Ayrıca kutsal kitabımızla, anlamını bilmeden yabancı pop müziği dinlemenin kıyaslanmasını da yerinde bulmuyorum. Yazımı bir fıkrayla bitireyim:
Nasreddin hoca, günün birinde bir davaya bakıyor. Önce davacı anlatıyor. Hoca dinledikten sonra, ‘haklısın’ diyor. Sonra davalı anlatıyor. Hoca ona da ‘haklısın’ diyor. Hocanın hanımı da, kenardan gizlice mahkemeyi izlermiş. Sonunda dayanamayıp, ‘hoca, bu nasıl iş, ikisine de haklısın dedin’ deyince, Hoca Nasreddin, ‘haklısın hanım, sen de haklısın’ deyivermiş. Kıssadan hisse: Kur’an, ve dinimizin kurallarının, sadece din adamları tarafından bilinmesi yeterli değildir. Hatta düşünülemez bile. Bu bakımdan Kur’an’ı tüm Müslümanların, Arapçasından sonra, kendi dillerinde de okuyup, iyice anlamaları gerekiyor. Cami, mevlit, taziye evi, ya da herhangi bir yerde, Arapça Kur’an okunuyorsa onu da saygıyla dinleyeceğiz. Uygun ortamlarda okuyandan, okuduğunun, kısaca Türkçe mealini de anlatmasını bekleyeceğiz. ‘Öğrenmenin yaşı olmaz’ derler. Öğrenmek ve öğrenmek için çaba göstermek, bilmemek ve öğrenmemekten her hâlükârda daha iyidir.
1 yorum
hocam yine önemli ve çok tartışılan bir konuya parmak bastınız