İlkokulu köyümde okudum. Altmışlı yılların ikinci yarısı. Beş yıllık ilkokulda dört farklı öğretmenden eğitim aldık. O dönemde genellikle her sınıfa bir öğretmen veya birleşik sınıflarda bir öğretmen görev yapardı. Benim sınıfım sadece üçüncü sınıfta birleşik sınıfta bulundu, üçüncü ve dördüncü sınıflar birlikte tek öğretmende okuduk. Beşinci sınıfa geldiğimizde okul müdürlüğünü de yapan Muhsin öğretmen bizim sınıfın öğretmeni oldu. Okulda toplamda beş öğretmen vardı ve Muhsin öğretmen hem müdürlük görevini yürütüyor diğer yandan bizim sınıfın öğretmeniydi. Kendine özgü öğretim yöntemine sahip olan Muhsin öğretmen oldukça sinirli, genelde çok fazla sesi çıkmayan ama öğrencileri aşırı bir şekilde döven ve hatta özel ceza yöntemleri olan birisiydi. Alnı açılmış, yüzü soluk, bıyıksız, ortanın üzerinde boyu olan, çok fazla kilosu olmayan, sınıfta hızlı hızlı yürüyen, öğrencilere bakmadan ders anlatan bir öğretmendi. Bir başka açıdan bakıldığında ise çok farklı bir eğitim modelini uygulamakta olduğu dikkat çekmekteydi. Muhsin öğretmen sadece matematik dersini dersten sayar, bunun dışında kalan dersler onun için gereksiz, öğrencinin öğrenmesine gerek olmayan derslerdir. Matematik dersinde de eski deyimi ile cebir daha önemli idi. Bundan dolayı Muhsin öğretmen köyde “dünyada cebir, ahirette kabir” sözü ile bilinirdi. Öğretmenler köyde ikamet ettikleri için geceleri köy odasına gider vakit geçirirlerdi. Ne zaman Muhsin öğretmen köy odasına gitse mutlaka söz cebire gelir ve varsa sorular sorularak çözmesi istenirdi. Bir gece köy odasında kendisine köyün neşeli, kendisi ile barışık, başkaları ile şakalaşmasını bilen, kalender yapısıyla bilinen “Güdük Musa” şöyle bir soru sorar:- Köyde harmanların olduğu alanda otlayan bir kaz vardır. Bu esnada havadan bir kaz sürüsü geçmektedir. Yerde otlayan kaz hüzünle onlara bakar, belki de eğer kanatlarında kırık olmasaydı onların aralarında olabileceği düşüncesiyle uçarak köyün üzerinden geçen kazlara seslenir. “Ey yüz kazlar, nereye gidiyorsunuz, menziliniz neresi?”. Uçan kazların lideri yerdeki kaza seslenir. “Ey yerde rahat rahat otlayan kaz kardeş biz de senin gibi olmak isteriz. Ama biliyorsun göç zamanı geldi, yeni ufuklara doğru yol alıyoruz. Soruna gelince biz yüz kaz değiliz. Bizim iki katımız kadar daha arkadaşımız olsa ve bir de sen bize katılmış olsan sayımız yüze erişmiş olacak”. Muhsin öğretmen hemen bir denklem kurarak soruyu çözer ve tekrar beğeni toplar. Cebir demek Muhsin öğretmen demektir, bunu köy odasında bulunan halk yeniden görmüş, canlı olarak buna yeniden şahit olmuşlardır. İşte bu tür yönlendirmeler ve beğeniler ile Muhsin öğretmen matematiğin dışındaki dersleri bize çok öğretmezdi. Ona göre matematik yoksa hiçbir şey yoktur. Sınıfta diğer dersleri pek işlemez, hele hele Beden Eğitimi, Müzik gibi derslerin adı bile anılmazdı. Sınıfımız oldukça kalabalık hale gelmişti beşinci sınıfta. Normal olarak bu sınıfta olması gereken öğrencilerin dışında “dışardan giden” olarak anılan öğrenciler de sınıfta yer alır, bizzat derslere katılırdı. Sadece bizim köy okulunda geçerli bir kavram olup olmadığını bilmediğim bir kavramdı bu “dışardan giden” öğrenci terimi. Bunlar bize göre daha yaşlı –bunların içinde benden ve yaşıtım olan sınıf arkadaşlarımdan 2-6 yaş daha büyük olanlar vardı- aslında ilkokuldan mezun olarak diploma almış ancak ilkokulu bitiren öğrencilere uygulanan sınavları kazanarak yatılı bir okula girememiş öğrencilerdi. Bunlar son sınıfı resmi kayıtlı olmadan yeniden okuyan, tekrar eden öğrencilerdi. Bunlardan birisi biz kayıtlı öğrencilere göre altı yaş daha büyük olan Kadir’di. Kadir dört beş yıl kadar önce yaz aylarında evlerinde babasının silahı ile oynarken kaza sonucu ablasının ölümüne neden olan birisiydi. Islahevinden çıktıktan sonra orta okula gidebilmek için okula dıştan gitmekteydi. Bir diğer sınıf arkadaşımız(!) ilkokuldan mezun olduktan sonra üç yıl komşu köydeki Kur’an kursuna devam etmiş, sonra tekrar bizim ilkokula dışardan gitmeye başlamış ve bizim sınıfa dahil olmuştu. İşte böylesine yaş itibariyle oldukça kozmopolit sınıfta eğitim almaktaydık. Bu arada yine bizim köyde geçerli olan bir terim daha vardı. Sınıfta bazı öğrenciler “okuyacaklar” grubunda yer almaktaydı. Okuyacaklar terimi ile ilkokulu bitirdikten sonra orta okula devam etmek isteyenler için kullanılırdı. Buna, resmi olmasa da, öğrenci, öğretmen ve öğrencinin ailesi ortak karar verirdi. Muhsin öğretmen bu hususta ailelerden daha hassas ve istekliydi. Dışardan gidenler zaten orta okula gitmek için oradalar, diğer yandan resmi olarak sınıfta kayıtlı öğrencilerden de okuyacaklar grubunda olanlar vardı. Ben de bu grupta yer almaktaydım. Gülmeyen, donuk çehresiyle, kısık sesli olarak sınıfın cevaplaması gereken bir matematik sorusunu yönelttiğinde bir öğrenci soruyu doğru cevaplayamazsa ilk tepkisi “okuyacaklar tahtaya çıksın” olurdu. Biz “okuyacaklar” da hemen tahtaya çıkardık veya çıkmaya mecbur kalırdık. Muhsin öğretmen bir bölük komutanı edasıyla “ileri marş” emri veriyormuşçasına “okuyacaklar tahtaya” emrini verir, biz de komutanından emir almış bir er gibi düşünmeden tahtaya kalkardık. Bir gün yine mutat matematik dersindeyiz. Muhsin öğretmen bir soru sordu ve sorduğu öğrenci soruyu doğru cevaplayamadı. Hemen okuyacaklar tahtaya kalksın emri geldi. Beş altı öğrenci tahtaya kalktık. Bizim oraların deyimiyle “Nazilli Bardağı” gibi kara tahtanın önüne dizildik. Muhsin öğretmenden ikinci emir geldi. Dışarıdan su kovalarına taş doldurup getirin. Muhsin öğretmen kendine has ceza yöntemlerinden birisini uygulamaya sokacaktı anlaşılan. Okuyacak öğrenciler tek ayak üzerinde durarak taş doldurulmuş kovayı eline alacak ve öğretmen “yeterli” komutuna kadar o şekilde bekleyecekti. Her nedense ben kapıya yöneldim kova getirmek üzere, baktım bizim ev komşumuzun benden 2-3 yaş daha büyük olan cüssesi benden çok daha iri olan Ali Osman da kapıya yöneldi. Muhsin öğretmen sinirli bir şekilde hızlı hızlı sınıfın içinde dolanmaktaydı. Gözü kimseyi görmüyor, nereye odaklandığı, ne düşündüğü yüz ifadesinden anlaşılamayan bir şekilde sessizce sınıfta dolaşmakta, kovaların gelmesini beklemektedir. Bu arada ben geri döndüm ve kara tahta önünde adeta boy sırasına dizilmiş “okuyacaklar sırasının” en sonuna gelerek sıraya dahil oldum. Muhsin öğretmen hangi ara eline manifaturacı cetvelini aldı ve bizim yanımıza geldi fark etmedim. Bu cetveli sadece manifaturacı esnafı ve bir de Muhsin öğretmen kullanırdı. Ahşaptan iki metre kadar uzunlukta iki ucu metalle güçlendirilmiş bu cetvel her türlü kumaş benzeri malzemelerin uzunluğunu ölçüp hemen makasla kesilmeye hazır hale getirilmesini sağlayan önemli bir araçtır. Muhsin öğretmenimiz de yan yana dizilmiş üç numara kesilmiş saçlarımızla ölçülmeye hazır kafalarımıza imrenmiş olacak ki cetvel ile kafalarımızı yere paralel kaldırıp vurmasıyla kafamda bir acı hissettim. Cetvelin ucundaki metal kısım en uçta duran benim kafama rastlamış ve kafamı delmiş. Sinirli bir şekilde sınıfta dolaşmaya kaldığı yerden devam devam eden öğretmenime karşı sesimi çıkarmam mümkün değil ama bir yandan da kafamdan kan akmaya başladığını gördüm. Kan yere akmasın diye akan kana avucumu açarak toplamaya başladım. Önümden hızlı hızlı geçen öğretmenimiz benim kafamın kanadığını ve avucumda topladığımı görmedi. Küçük de olsa avucum kanımla dolmaya başladı. Hiç kimseden çıt çıkmıyor sınıfta. Soruyu bilemeyen arkadaş sınıfta rahatça oturuyor sırasında ama “okumak isteyen” kafam delik, akan kanla sınıfın önünde bekleyen ise ben. İşte Muhsin öğretmen adaleti. Adeta atlas bir kumaşı ölçercesine bizim kafalarımızı ölçen ve makasla benim kafamı zahiren kesen öğretmenimiz. Daha fazla bekleyemeyen bir kız öğrenci arkadaşım benim kafamın kanadığını öğretmenimize söyleme cesaretini gösterdi. Muhsin öğretmenin kendinden beklemediğim bir şekilde hızlıca bana doğru gelmesi, avucumda biriken kanı da görünce telaşla cebinden mendilini çıkarıp başımı silmeye, kanı durdurmaya çalışması görmeye değerdi. Bir şekilde kanı durdurdu ve dersin son zilinin çalmasından sonra biz öğrenciler evlerimize gitmek üzere okuldan ayrıldık. Eve geldiğimde kafamın kanamasının sorumlusu Muhsin öğretmen değil ben olduğum sonucuna varıldı ev halkı tarafından. Öğretmen kutsaldı köylünün ve benim ailemin yanında, öğretmen hiçbir zaman hatalı, suçlu olamazdı. “Eti senin kemiği bizim” diyerek öğretmene teslim edilen bizler kurbanlık koyunduk onların gözünde.
Kafamız delinse de, kolumuz kırılsa da okula devam edecektim, başka yolu yoktu. Hemen buncacık şeyden ne olurdu, babamlara göre. Öğretmen severdi de, döverdi de. Hem öğretmenin vurduğu yerde gül biterdi. Bu şekilde derslere devam ederken bir gün Muhsin öğretmen “sizin köyün tarihini bileniniz var mı?” diye sordu sınıfa. İçimizde bilen yoktu. Zaten Tarih öğrenmeye gerek de yoktu. Bizden cevap gelmeyince “köyünüzün tarihini öğrenip gelecek ve sınıfta anlatacaksınız” diyerek sınıfın tüm öğrencilerine aynı ödevi verdi. Artık yeni görevimiz belli olmuştu. Mutlaka köyümüzün tarihini öğrenmemiz gerektiğine inanmıştık. Mevsim kıştı, aylardan şubat sonu olmalı. Bir pazar günü okul tatil olduğu için saat sabah 9-10 gibi birkaç arkadaş mahalleden arkadaşımız Özcangil’in evinin önünde bulunan suyu donmuş Gölcük’te kayarak eğlenceli bir vakit geçiriyoruz. Köyde evlerin havlularının içinde veya uygun olan ev dışı alanlarda küçük su birikintileri oluşturularak hayvanların su ihtiyacını hazırca karşılamak amaçlanmaktadır. Köyde bulunduğu bölgeye adını verdiği çok daha büyük olan ve tüm köyün hayvanlarının yararlandığı bir gölcük de mevcuttur. Köyün sığırları sabahları çobana teslim edilmek üzere burada toplanır ve su ihtiyaçları karşılanır sonra da çoban otlamaya götürür. Özcangil’in evinin önünde bulunan gölcük oldukça küçük ve sığ olduğundan donmuş haldeydi. Biz de arkadaşlarla buzda kayarak oyun kurmuştuk. Arkadaşlardan birisi Muhsin öğretmenin verdiği ödevin cevabını öğrenmek üzere komşu köye gitmemizi önerdi. Evet, neden olmasın? Bizim köyün yaşlıları bizim köyün tarihini nereden bilecekti? Komşu köyün yaşlıları sanki tarihçi ve bilse bilse onlar bilebilir bizim köyün tarihini fikri hepimize cazip geldi. Güneşli bir gün, hemen yola düştük. Bu komşu köye iki farklı yoldan gidilebilir. Yollardan birisi şose, stabilize yol, diğeri ise kısmen daha kısa olan ara yol. Biz stabilize yolu tercih ederek yola koyulduk. Yaklaşık bir saat sonra menzile varmış olduk. Yolda neşeli sohbetler ettik, şakalaştık ve zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Bu köy bizim için adeta bir kasaba merkezi, Amerikan western filmlerindeki birkaç atlı kovboy ’un kasabaya giriş sahnesini anımsatmaktadır. Bizi gören komşu köylüler bize yabanıl ve nerden geldiği bilinmeyen kişileri görmüşçesine bakarken biz de çevreyi inceleyerek tereddütlü, biraz şaşkınca bizi köy meydanına götürdüğünü tahmin ettiğimiz yolu takip etmekteyiz. Bu sıkıntılı durumda yolda ilerlerken “çocuklar siz nerden çıktınız, gelin bakayım, hoş geldiniz” ifadeleriyle irkildik. Etrafımıza boş gözlerle, korkmuş halde baktığımızda bizim birinci sınıf öğretmenimiz İbrahim öğretmeni görmemizle içimizi bir sevinç kapladı. İbrahim öğretmen iri yarı, uzun boylu, gür sesli, pala bıyıklı, yuvarlak yüzlü babacan bir yüz ifadesine sahip değer verdiğimiz, sevdiğimiz bir öğretmenimizdi. Önden hemen koşarak elini öptüm, beni diğer arkadaşlarım takip etti. Kendisi sınıfın en iyi öğrencisi olduğum için beni çok severdi. Ben de kendisine nazlanarak neden bu köye geldiğimizi anlatmaya başladım, zaman zaman diğer arkadaşlarım söze karışıyor, bir birimizin sözünü kese kese neden geldiğimizi, burada ne aradığımızı anlatmaya çalıştık. İbrahim öğretmenimiz “gelin bakalım çocuklar, siz acıkmışsınızdır, önce eve gidelim, öğle yemeği yiyelim sonra gerekeni yaparız” diyerek bizi evine götürdü. Köy öğretmeni her şeydir. Öğrencilerini kendi çocukları gibi sever, her türlü ihtiyacını karşılar, bildiğini öğretir, beceri kazandırır. İbrahim öğretmenimiz de bizi çocuğu gibi karşıladı. Öğretmenimizin hanımı hemen bize pekmez, tulum peyniri ile pek sevilen ve meşhur olan köy fırını ekmeğinden oluşan bir sini hazırlamış önümüze koymuştu. İbrahim öğretmenim “kış günü pekmez içinizi ısıtır, afiyet olsun” diyerek bizi daha fazla yemeye teşvik ediyordu. Biz köy çocukları için öğretmenin evinde sofraya diz çökerek yemek yemek çok önemli bir hadisedir. Yemek sonrası öğretmenimiz “hadi bakalım çocuklar gidip yaşlılardan sorunuzun cevabını alalım, siz çok geç olmadan yola çıkın ve akşam olmadan köye varmış olun” diyerek bizi bir yaşlıya götürdü. Bizler ağzımızı açmış bir yaşlı amcadan bizim köyün tarihini, bir kelimeyi kaçırmamak için çaba sarf ederek, dinliyoruz. Karşımızda tarih uzmanı, Osmanlı tarihçisi varmışçasına dinliyoruz. 10-15 dakika kadar kendisini dinledikten sonra oradan ayrıldık. Öğretmenimiz kısa olacağı için ara yoldan gitmemizi bize tavsiye ederek köy çıkışına kadar bize eşlik etti, tekrar elini öperek ve ailelerimize götüreceğimiz selamlarını alarak yola koyulduk. Yol başlangıçta iyiydi. Ancak ilerledikçe geceden donmuş olan toprak yol güneşin etkisiyle buz çözüldüğü için çamur haline gelmişti. Genel olarak ayaklarımızda lastik, kısa konçlu çizmeler olmasına rağmen yürümekte zorluk çekmeye başladık. Yol birbirine eklenmiş tepelerin hemen eteğini takip ettiği için çamurdan kurtulmak için yer yer küçük kaya ve taşlardan oluşan tepelerin eteğini takip etmeye başladık. Ancak bu defa da lastik çizmelerin yumuşaklığı taşlara karşı dayanımının yetersiz kalmasına neden oldu. Yol normal bir çamur değil. Bizim köyün o bölgelerinde zemin killi topraktır. Bu toprağın en önemli özelliği özellikle donup çözülmesiyle birlikte adeta balçık gibi davranır, aldığını vermemesi, tuttuğunu bırakmaması ve yürümeye çalışanı kendisine çekerek ayaklarını kilitlemesidir. Bu nedenle yoldan ayrılıp taşlık alandan yürümemizin esas sebebi bu olmasına rağmen ayaklarımızın acımasıyla zaman zaman yola inip yürümemiz imkansızlaşınca tekrar tepe eteğine çıkarak köye doğru ilerliyoruz. Sanki köylü tarih uzmanının kafamıza doldurduğu “bizim köyün tarihi” ile ilgili bilgiler kafamıza dolmuş ve bedenimizi hantallaştırmıştı. Biz hem bedenimizi hem de tarih dolu beynimizi taşımak zorundaydık. Hava da soğumaya ve hatta sertleşmeye başladı. Şimdi her birimiz evdeki sobaları hayal etmeye başladık. Birbirimize “şimdi annem sobayı yakmıştır evimiz sıcacık olmuştur” diyorduk. Eve varınca öncelikle iyi bir ısınıp hemen hazır bekleyen sofraya otururuz diyerek teselli bulmaya çalışıyoruz. Özcan öksüz olduğu için o da babam sobayı çoktan yakmıştır ben de sıcacık evimize varacağım diyerek cesaret bulmaktadır. Hem hızlı yürümeye hem de etraftan gelebilecek yabani hayvan korkusuyla tedirginliğimizi kendimizden bile saklamaya çalışarak köye yaklaşıyoruz. Artık köyün ilk evlerine ulaştık. İlk evlerden birisi sabahleyin gölcüğünde lastik çizmelerimizle buzda kayma yarışı yaptığımız ev Özcan’ın babasının evi. O hemen evlerine girdi. Bizim daha 400-500 metre daha yolumuz var ama köye geldik artık. Killi çamurdan kurtulmuştuk. Yabani hayvan korkumuzda yok olup gitti. Sonunda evimize eriştim. Hayalimdeki gibi oturduğumuz odanın sobası yanmaktaydı. Annem kömür de atmıştı sobaya, kızarmış haldeki kömür sobası karşıladı beni. Ancak bir taraftan sorgulanmam başladı. “Gün boyu neredeydim, öğleyin yemek için eve neden gelmedim, şimdiye kadar neredeydim, çok üşümeme rağmen eve neden erken gelmedim” ve benzeri sorulardan bunalmaya başladım. Komşu köye gittiğimizi söylemek zorunda kalınca azar üzerine azar işiterek geceyi geçirmek zorunda kaldım. Neyse ki dayak yemeden atlattım bu vartayı. Üşümüş, yorulmuş ve biraz da azardan kurtulmak için gece erkenden yattım. Ertesi gün okul var. Erkenden kalkarak okula hazırlandım. Okula her arkadaşım gibi zamanında vardım. Öğleden önce dersleri tamamladık ve öğle yemeği için evlere dağılıp tekrar ders için okula geldik. Muhsin öğretmen de bu arada bizim komşu köye gittiğimizi öğrenmiş. Bu durum ona göre bir aptallık, yapılmaması gereken bir yolculuktu. “Ben size ödevi verirken köyden birilerine sormanızı istedim. Siz ise kafanıza göre olmayacak yerlere gitmişsiniz? Bu saçmalığı kim akıl etti?” diye hepimizi suçlamaya, suça ortak etmeye başladı. Her zamanki sinirli hali ile sınıfta dolaşmaya başladı. Bizim hazırladığımız ödevleri almayacağını, kabul etmeyeceğini bizlere adeta kafamıza vura vura söyledi. Bu arada aklına her zaman olduğu gibi “okuyacaklar” geldi, her nedense. Bir komutan edasıyla çok gür olmayan sesiyle “okuyacaklar tahtaya çıksın” komutunu verdi. Birkaç arkadaşla birlikte tahtaya çıkmak zorunda kaldım. Köyün tarihini öğrenme macerasının, “bizim köyün tarihinin” kabağı yine benim kafama mı patlayacaktı? Ben içimden “Allah vere de bir başka ölçü aletiyle başka bir yerimi kanatmasa Muhsin öğretmenim” diye içimden dua etmeye başladım. Bu arada zil çaldı ve yeni bir kan akıtma olayından kurtulmuştum. Hemen teneffüs için sınıftan çıkarak kendimi dışarı attım. “Okuyacaklar” grubunun yeni bir macerasına kadar kendimi güvende hissederek teneffüsün tadını çıkarmaya çalıştım. Demek ki araştırmacı öğrenci olmak bu olsa gerek. Tarih ancak gerçek(!) tarihçilerden öğrenilebilirdi. Biz de öyle yaptık.
Değerli okuyucular, altmışlı yılların ortası ve yetmişli yılların başında bir köy okulundaki öğrenciler ve öğretmenler ile eğitimin genel bir panoramasını çizmeye çalıştım. Biraz nostalji, biraz da köy okullarındaki eğitimin gerçek kahramanları olan köy öğretmenleri hakkında kısa bilgiler verip köydeki hayatlarını yansıtmaya çalışırken tarihe not düşmek istedim. Saygılarımla.