Bu hikâyeyi yazan, olay örgülerini kuran ben miyim? Ben miyim oradan oraya savrulan; hayatına insanları alıp bırakan onlara kimlikler biçen ve onları rolden çıkaran? Neyi anlamam gerekiyordu? Dünyanın gelgeç dünya olduğunu; yalan dünya olduğunu mu? Kendimin de bu geçenler olduğunu mu? Sadece hikâyesi olanın ben olmadığımı, milyonlarca hikâyenin ince bir ilmekle örüntülü olduğunu mu?
Hangi hayat daha iyi, daha güzel? Hangi hikâyenin içinde olmak istiyorsun ve hangi hikâyenin içine isteyince girebiliyorsun? Hangi hikâye senden doğdu?
Aslına bakılırsa hikâyeyi sen yönlendiremiyorsun; olanı yaşıyorsun! Olması gereken için niyet ettiriliyorsun; kıpırdanıyorsun. Belki de tasarımların düşüyor meydana… Sen güzel olanı tasarla, iyi olanda kal! İyi zanlarda bulun; iyi düşün!
Tanrının kulu, hey sen! Fanilerin ad koyduğu…Aile, ata, kökler denilen bir grupla beraber etkileşerek bugüne gelen; yolu ona buna çarpan… Kervana katılıp kervanla yol alan… Bu kervanda kimi kez arkada kalan, yorulan, kimi kez başa geçen… Aynı yolculukta her insanın, her yolcunun farkındalığının aynı olmadığını anlayan; her yolcunun yolculuk amacının aynı olmadığını gören…Yolculardan kiminin yâr, kiminin iş, kiminin evlat, kiminin ana- baba kardeş için hareket ettiğini; kiminin en çok da kendini aradığını gören sen! Senin bu yolculuktaki maksadın ne? Bu maksat hep aynı mıydı; yoksa sen de yarı yolda maksadını mı değiştirdin? Maksat dediklerin perde miydi? Asıl aradığın ilahi olana kavuşmak mıydı? Maksadın içinde gizlenen varacağın menzil O muydu? O’nu kalbinde araman gerektiğini; O’nu kendinde araman gerektiğini; O’nu bulmak için bu kadar çabaya, fırtınaya, borana kapılmaya gerek olmadığını ne vakit anlayacaksın? Ne vakit bir köşeye çekilip “Telaş etme, O her daim senin yanında, şah damarından da yakın.” diyeceksin!” Şu mezardakiler de senin, benim gibiydi; koştular, çabaladılar; çırpındılar ve “O son gülüşle O’na vardılar!”. Hepsi boş, hepsi oyalanma. Bir tek gerçek vardı; bir tek hikâye ya da hikâyelerde bir tek son: O’na varış; O’na kavuşma!
İçimdeki göçer, ayak yalın gittiği yeri bilmeden, her çalıda, bastığı yerde iz bırakarak, bulduğu su kaynağından su içerek, rastladığı yerden yemiş yiyerek yol alıyor.
Her adımda diyor ki “Geçiyorsun; vardım dediğin yerde de yabancısın!” Göçer iken anılarını, gördüğün manzaraları ve sevdiklerinin mezarlarını; evini barkını, çocukluğunu, gençliğini; doğduğun yerin yıldızlarını geride bıraktın. Bunlar için ne dövünecek ne de ağıt yakacak zamanın var. Bir ocak kurulmalı; akşama bir çorba kaynatılmalı… Her göçer beraber göçtüklerine sahip çıkmalı! Sahip çıkmalı ki daha büyük kayıplar yaşamasın. Her göçer hem kendini kötülüklerden korumalı hem de göçtüklerini. Kurda kuşa yem olmamak için; yapayalnız kalmamak için, umudunu kaybetmemek için. İnsanı bu göçe zorlayan da her şeyin daha iyi olacağına duyduğu umut değil mi? Hayata yeniden başlama umudu ya da birilerini, en çok da kendini kurtarma umudu!
…
Sabah oldu!
Develer yerlerinden kalktı; boyunlarındaki çıngırak sesleri çınlamaya başladı. Yola düzülmeli!
Bu kervan birilerini aşa ekmeğe; güvenli bir obaya, sevdiğine, kimilerini de bir sona kavuşturmalı!
Üsküp, 12.11.2021