İstiklal Savaşı gazisi olan ve istiklal madalyasına sahip Yakup Bey ailesiyle birlikte, Eskişehir’in yoksulluğun ortasında yatan bir bozkır köyünde yaşam mücadelesi vermekteydi. Sakarya Meydan Muharebesi’nde istiklal için kahramanca savaşmış Yakup Bey, şimdide ailesiyle birlikte yaşayabilmek için savaşmaktaydı. Vatanını kurtarmanın mütevazı gururuyla, içindeki doğa ve hayvan sevgisiyle, topraktan ailesinin rızkını çıkarmak için var gücüyle çalışmaktaydı.
Yokluk bazen öylesine yakıcı oluyordu ki, topraktan çıkarabildikleri acı bitki köklerini bile yiyerek hayatta kalabiliyorlardı. Yine topraktan yapılma iki odalı bir evleri vardı. Ailenin on üç çocuğu dünyaya geldi ama o yoksulluk ortamında ancak üç bebek yaşama tutunabildi.
Yakup Cüreklibatır’ın hayatta kalmayı başaran oğlunun adı Fahrettin’di. Babası gibi mücadeleden kaçmayan, Anadolu insanının sevgi dolu yüreğine sahip bir çocuktu. Bazen çocuk yüreği yokluk ve yoksulluktan sıkışır, bozkırın uçsuz bucaksız sonsuzluğunda bir yalnızlık çökerdi yüreğine. Böyle kederle dolunca, kuzuları toplar bozkırda dolaştırır, çobanlık yapardı.
Bir gün babasını tarlanın kıyısında otururken gördü. Yakup Bey özenle, emekle ve şefkatle ekip büyüttüğü ekinlerini hayran hayran seyrediyordu yine. Çocuk geldi sessizce babasının yanına oturdu. Konuşmadan yalnızlıklarını paylaştılar baba oğul. Fahrettin tamamen hüzünlü bir sessizlikte ama babasının güven veren varlığında, kızgın güneşin altında uçsuz bucaksız kıvrılan bozkırı izliyordu kocaman çocuk gözleriyle.
Ve birden Yakup Bey derin sessizliği yumuşak ve sevgi dolu kelimeleriyle bozdu: “Ekinler büyüyor oğlum, seslerini duyuyorum” dedi.
İşte Anadolu insanının yüreği bu kadar derindi, hayata bakışı bu kadar anlam doluydu. O güzel insanlar sadece doğayı sevmiyorlardı. Onlar doğanın kendisiydiler. Her zorlukta, her imkânsızlıkta pes etmeden yeniden yeşerebilen yaşamın damarlarındaydılar. Kurtuluş savaşını da bu güzel insanların işte o derin yürekleriyle kazanmıştık. Onca imkânsızlığın, yokluğun, acının, ihanetin, karanlığın içinde özgürlüğü yeşertmeyi böyle başarmıştık.
Bir yaz çok kurak geçince, elde avuçta hiçbir şeyleri kalmadı. Tek bir yağmur damlası bile düşmedi güneşin kavurduğu toprağın susuzluğuna. Nasıl ki ekinlerin büyümesini çocuklarının büyümesini izler gibi mutlulukla izlediyse Yakup Bey, susuzluktan acı çeken toprağın kıvranışını da kahrolarak izledi. Kıtlık her yeri ele geçirdi. Tüm hayvanlar öldü. Durum çok kötüydü. En iyi ihtimalle birkaç ay hayatta kalabilirlerdi.
Yakup Bey bir sabah heybesine kuru ekmek doldurdu. Ailesinin gözlerinden öptü ve yola koyuldu. Gidebildiği kadar uzaklara, ailesine para kazanabilmek, yaşamı tekrar yeşertebilmek için gurbete gitti. Birkaç ay geçti aradan, Yakup Bey gittiği gibi gösterişsiz bir biçimde geri döndü. Çok zayıflamıştı. Nerdeyse tanınmayacak kadar incelmişti. İki heybe dolusu buğday, üç koyun kazanmıştı. O buğdayları yine şefkat ve sevgiyle ekti, özenle suladı. Demirden bir sabırla üç koyunu öz evlatlarını büyütür gibi besleyip çoğalttı. Ve aile yeniden hayata döndü, umuda kavuştu.
Fahrettin yıllar sonra o günleri kaleme aldığında şöyle yazdı: “İşte bizim atalarımız böyleydi. Yılmaz, yenilmez, tükenmez birer yiğittiler… Toprak, onların bereketli dostuydu… Kuraklık, kıtlık yüzünden ellerinde olan her şey gitse bile, onlar hayata duraksamadan yeniden başlarlardı. Asla yenilmezlerdi. Zaman gelir bir tek buğday tanesine bile şükreder, onu eker, sabırla yeniden eker, bir taneden milyonlarca üretinceye kadar çırpınırlardı… Bizler, onların çocuklarıyız.”
Fahrettin bazen babasına istiklal madalyasını takması için ısrar ederdi. Ama babası takmazdı. Babasının gurur duyduğunu çok iyi bildiği istiklal madalyasını hiç değilse resmi bayramlarda takması için Yakup Beye rica ettiğinde hep aynı cevabı alırdı: “Övünmek gibi olur oğlum”. Yakup Beyi oğlunun kendisinden dinleyelim:
“ Onlar yokluk, yoksulluk çeker, acılara, kahırlara dayanırlardı. Cenk meydanında aslanlar gibi düşman üzerine atılır, yıldırım gibi yakar, parçalar, yok eder gene övünmezlerdi.
Hepsi birer kahramandı ama övünmezlerdi.
Babamın vücudunda şarapnel parçaları vardı, çok acı çekiyordu, zor yürüyordu. Yaşlandığında, onu sırtımda taşımak isterdim. ‘Olmaz oğlum, ayıptır’ derdi. ‘Baba’ derdim. ‘Sizler bu vatanı sırtınızda taşıdınız, ben seni sırtımda taşısam ne olur’ ”.
Fahrettin, anası, babası ve iki ablası gün boyu toprakla, hayvanları besleyip sağmakla, yoğurt, peynir yapmakla uğraşırdı. Tüm gün çalışır çabalarlardı. Birbirlerini çok sever, küçücük şeylerle bile eğlenir, mutlu olurlardı.
Gece olunca, Fahrettin babasıyla koyunları otlamaya götürürdü. Koyunlar doyduklarında yatarlardı. O zaman Yakup Bey kavlı çakmağıyla ateş yakardı gecenin soğuğunda ısınmak için. Baba oğul ateşin başına oturur, çıtırdayarak dans eden alevlerin yüzlerine vuran ışığında yemeklerini yerlerdi. Fahrettin’in anası Halise Hanımın mübarek kınalı elleriyle pişirdiği tandır ekmeği, soğan ve biraz da beyaz peynir.
Yemeklerini yedikten sonra yine durmak yoktu. Yakup Bey keçi kılından heybe yapmaya başlardı. Kucağında heybeyle sabırla uğraşırken, bir yandan da oğluna Battal Gazi destanını anlatırdı. Ateşin yaydığı ışıkta, Fahrettin babasını tüm dikkatiyle dinlerdi. Battal Gazi’nin yiğitliğini, cesaretini, dürüstlüğünü ve zekâsını anlatan kahramanlık hikâyelerinin içine dalardı.
Gece yarısına doğru koyunlar otlamak için tekrar kalkardı. Baba oğul da koyunların peşinden giderdi. Her yanları toprak ve ot kokardı. Koyunları izlerken, gecenin karanlığında kuşların sesleri duyulurdu. Sabaha karşı, Fahrettin’in küçük bedeni iyice yorgun düşer, uykusu gelirdi. Yakup Bey oğlunun gözlerinin kapanmaya başladığını görünce, yavrusunu kepeneğe sarar, tarlaya yatırırdı. Fahrettin’in anlattığına göre, toprak onu anası gibi merhametle, şefkatle sarar, koynunda uyuturdu.
Bazen Fahrettin uykuya dalmadan önce gökyüzüne bakardı. Gökyüzünün engin lacivertinde parıldayan yıldızları seyrederken uykuya dalardı. Rüyasında Battal Gazi olurdu, beyaz atına biner savaştan savaşa koşardı. Zalimlerin karşısında durur, garibanları korur, daima hak ve adaletten yana olurdu. Rüyasında yaşadığı heyecanlı maceraların mutluluğu tertemiz çocuk yüzüne yansırdı. Babası da oğlunu mutlulukla izlerdi. Fahrettin babasının onu seyrettiğini ve rüyalarının bir gün gerçek olacağını bilmeden tatlı uykusuna devam ederdi.
Gün doğarken uyanırdı Fahrettin. Uykunun verdiği tazelik ve rüyalarının verdiği canlı enerjiyle hemen koyun sağmaya giderdi. Ardından mis gibi çiçek ve ot kokan süte ekmek doğrayıp yerlerdi ailecek. İşte Cüreklibatır ailesinin dur duraksız bir günü böyle geçerdi. Birkaç saat uykuyla, aralıksız çalışarak ama mutlulukla, heyecanla, sabırla, sevgiyle ve tabiatın koynunda.
Fahrettin’in çok sevdiği arkadaşları da vardı tabii ki. Çoban köpeği, eşeği ve öksüz kuzuları onun en yakın arkadaşlarıydı. Sütünü köpeği ve öksüz kuzularıyla, ekmeğini de eşeğiyle paylaşırdı. Bin bir emekle elde ettiği, azıcık olan sütünü ve ekmeğini neden hayvanlarla paylaştığı Fahrettin’e sorulduğunda, yanıtı çok netti: “Çünkü biz arkadaştık ve birbirimizi çok seviyorduk.”
Yiğit ismini verdiği karabaş, iri pençeli bir çoban köpeğiydi. Fahrettin’i bir an olsun yalnız bırakmazdı. Fahrettin uyurken bile hemen yanı başında beklerdi. Öksüz kuzuları gelip ellerini yalardı. Eşeği sevgisini göstermek için nemli burnuyla yumuşak yumuşak dürterdi. Fahrettin sabahları heyecan dolu Battal Gazi rüyalarından uyandığında, karşısında ilk olarak çok sevdiği bu dostlarını görürdü. Hepsini tek tek sever okşardı. Onlar da hemen etrafını sarar ve yanından hiç ayrılmazlardı.
Fahrettin büyüdüğünde vefalı dostlarıyla yaşadığı bir olayı kaleme aldı. Edebiyat sevgisinin ve derin ruhunun güç verdiği kelimeleriyle aynen şöyle yazdı:
“ Bir gün doluya tutulduk. Sanki gökyüzünden buz yağıyordu.
Hemen öksüz kuzu yavrularını, eşeğimin sırtındaki iki heybeye yerleştirdim… Sonra sürüyü emniyetli bir yere götürdüm. Birden kurtlar saldırdılar. Vahşi çığlıklarla sürüye daldılar.
Keskin ve korkunç dişlerini görüyordum. Öksüz kuzularım korkmuşlardı. Meleyerek beni çağırıyorlardı. O yana koştum, ama üç kurt etrafımı sardı. Kurtlarla göz göze geldim. Birden saldırdılar… Köpeğim Yiğit’i gördüm. Kurtları yardı, yanıma geldi. Hemen biriyle kapıştı, sonra ötekiyle.
Her yanı parçalandı, kan içinde kaldı. Ama kurtları yanıma sokmuyordu… Sonra eşeğimi gördüm. Çifteler atıyor heybedeki kuzulara saldıran kurtları, dört dönerek dağıtıyordu. Birinin beynini parçaladı. Diğerini böğrüne attığı çifte ile havaya uçurdu. Bu arada köpeğim son kurdu boğazlıyordu. Yardımına koştum. Kurdu öldürdük.
Karabaşımın her yanı kanıyordu. Kurtlar onu defalarca ısırmıştı. Ama yere düşmedi. Tehlike bitince, tarifsiz bir dostlukla kuyruğunu sallayarak ayaklarımın dibine geldi. Bana güzel güzel baktı. Onu kucakladım.
Eşeğim, sırtındaki kuzularla yanıma geldi. Babam sürüyü topluyordu. İşte benim böylesine güzel, vefalı sadık dostlarım oldu. Onlar bana çok şey öğrettiler. Yıllar geçti, onları kaybettim. Onları kaybetmenin acısını her zaman yüreğimde duydum. Ama ben her an onlara minnet duygusuyla dolu yaşadım.
Çünkü onlar, bana asıl dostluğun vefa, sadakat olduğunu öğretmişlerdi.”
Bozkırın ortasında böylesi nice olaylar geçti. Ailesiyle, hayvan dostlarıyla, tabiatın içinde büyüdü Fahrettin. Anadolu hikâyeleri ve Battal Gazi destanlarını dinleyerek büyüdü. İnsan sevgisi, hayvan sevgisi, doğa sevgisi yüreğinden hiç eksik olmadı. Büyüdüğünde de çocukluğunda kalbinde yeşeren bu değerler verdiği mücadelelerinde hep pusulası olacaktı. İyi bir öğrenciydi. Öğrenmeyi ve kitap okumayı çok seviyordu. Böylesi yetişmiş bir çocuk olarak elbette ki çok çalışkandı. Çok çalıştı ve üniversiteyi kazanmayı da başardı.
Üniversite okumak için 1958 yılında İstanbul’a geldi. Tren Haydarpaşa Garı’nda durdu. Fahrettin bu kocaman, bu ürkütücü, bu güzel şehre ilk adımını attı. Sırtında yorganı, yatağı ve elinde tahta valizi vardı. Tıpkı Yeşilçam filmlerinde köyden şehre ilk kez gelen birinin yalnızlığı, heyecanı, şaşkınlığı ve umutlarıyla İstanbul’la yüzleşti.
Ailesinin maddi durumu belliydi. Bir yandan çalışacak para kazanacak, bir yandan üniversitede okuyacaktı. Çok ucuz bir otel odası buldu. Ve bu odada iki inşaat işçisiyle birlikte kalacaktı. Fahrettin emeğin değerini biliyordu. İnsanları yaptıkları işlere, unvanlara göre değerlendirmezdi. Ders saatlerine göre, gündüzleri oda arkadaşları gibi inşaat işçileriyle inşaatlarda çalışarak para kazanıyordu. Toz toprak içinde tüm gücüyle ağır işlere koşuyordu. İnşaatlarda kireç karıyor, üstü başı bembeyaz kireç tozu oluyordu.
İşi bitince olabildiğince temizlenip, derslerine koşuyordu. Fakülteye geldiğinde bu sefer başka bir beyaza bürünüyordu. Beyaz önlük giyiyordu. Çünkü Fahrettin tıp fakültesinde okumaktaydı. Doktor olacaktı. Ve Fahrettin alın teriyle, verdiği emeğiyle doktor olmayı da başardı.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okurken, geçimini sağlamak ve okul ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sadece inşaatlarda çalışması yetmiyordu. Stajını yaptıktan sonra, az çok hasta tedavi edebilir duruma geldi. Hocası Cihan Abaoğlu tarafından evlere hasta bakıcı olarak da görevlendirilmeye başladı.
Bu görevinde, acil durum olursa müdahale edebilmek için hastanın başında 24 saat nöbet tutuyordu. Yeri gelince hastayı tıraş da ediyordu, hatta hastanın altını da temizliyordu. Ancak ev sahiplerinin Fahrettin’e yemek olarak, kendi artık yemeklerini vermeleri çok ağırına gitti. Açlıktan genç vücudu kıvranmasına karşın yine de o artıkları yemedi. İlk parasını aldığında, bir koşu en yakın fırına gitti ve cebindeki tüm parasıyla ekmek aldı. Tüm ekmekleri çiğnemeden yutarak, patlayana kadar yedi.
Bu olay kendisini o kadar etkilemişti ki, yıllar sonra bile, yatmadan önce başucundaki komodinin üzerine bir somun ekmek koyuyor, ancak o ekmeğe bakarak uyuyabiliyordu. Köyde yıldızlara bakarak uyuyan o çocuğu İstanbul böylesi yaralamıştı işte. Ama o, istiklal kahramanı babası, mübarek anası gibi yılmadan çalışmaya ve doğru bildiği yoldan hiç sapmadan ilerlemeye hep devam etti.
Tıp fakültesinin kıymetli hocaları sayesinde çok iyi bir eğitim alan Fahrettin klinik hekimlikte uzmanlaştı. Beş gencecik hevesli doktordular. Aralarından ikisi fakültede kalmayı tercih ederken, içlerinde Fahrettin’in de bulunduğu diğer üç hekim, kendilerini vergileriyle okutan halklarına borçlarını ödemek istediklerini söyleyerek Anadolu’ya görevlerini istediler. Anadolu’ya rasgele dağıtıldılar. Fahrettin’in ilk görev yeri Adana ilinin Teke yöresiydi.
Anadolu’nun bu ücra köyüne hemen ısındı Fahrettin. Kendisi de tabiat aşığı bir köy çocuğuydu ve insanlarına yardım edebilmek için sabırsızlanıyordu. Bunun için bin bir güçlükle, fedakârlıkla okumuştu yıllardır. Köyde sağlık ocağı bile yoktu. Köyden yardımsever insanların, çocukların yardımıyla, hep birlikte eski bir depoyu sağlık ocağı haline getirdiler. Ardından birkaç gün içinde, astsubay jandarma komutanıyla çevreyi dolaşmaya başladılar.
Bir gün bir köye yaklaştıklarında, bir kadının yeri göğü titreten feryatlarını duydular. Kadıncağız öylesine bir acıyla bağırıyordu ki, sesi takip ederek hemen evi buldular. Dışarıda erkekler bekliyordu. İçeride genç bir kadın doğum yapıyordu. Jandarma sayesinde içeri girdiler. Acılar içinde kıvranan genç kadının etrafında, kara kuru, iri elleriyle iki koca karı vardı. Fahrettin aldığı iyi eğitim ve birikimiyle kadıncağızın durumunu hemen anladı. Bebek ters geliyordu.
Benzer doğumları, kadın doğum stajında da çok görmüştü zaten. Yeterince deneyimi vardı. Kadına yardım edebilecekti. Acılarını dindirip, çocuğu ve anneyi kurtarabilecekti. Yardım heyecanıyla davrandı hemen, genç kadına doğru adım attı. Ancak korkunç bir şey oldu. Genç kadıncağızın acı dolu feryatları arasında, kara yağız bir erkek elindeki tüfeğin namlusunu Fahrettin’in göğsüne dayadı. Genç doktor donakaldı. Eşikteki jandarmayla göz göze geldi. Jandarma gözlerini yere eğdi, yüzünde acı bir çaresizlik vardı.
Fahrettin’e jandarma sonradan anlattı. Oralarda yabancı bir erkek kadının mahremini göremez, ona dokunamazdı. Ölüm pahasına engellenirdi. Sabaha kadar zavallı kadının feryatları geceyi inletti. Oysaki Fahrettin bunun için o kadar okumuştu. Yardım edebilirdi. Kolayca genç kadını ve çocuğunu kurtarabilirdi. Yanı başındaki yardıma muhtaç bu genç kadının yürek parçalayan, acı dolu çığlıklarını sadece dinledi. Kadıncağızın feryatları giderek azaldı. Ve duyulmaz oldu. Güneş ışıkları günü aydınlatmaya başlarken, genç kadın da, bebek de öldü.
Yardım edebilecekken, hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinde, zavallı kadının acılar içinde ölmesini izlemek zorunda kalan Fahrettin’e jandarma mendilini uzattı. “Yüzünü sil” dedi. Fahrettin ağladığının farkında bile değildi.
Kimi hastalara şifa olduysa da, kimi yaraları iyileştirdiyse de, böylesi yürek burkan anlara da tanık oldu genç doktor. Yeri geldi şifa vermenin tarifsiz mutluluğunu yaşadı, yeri geldi çaresizliğin acısı sızladı genç yüreğinde. Elinden geldiğince çalıştı, çabaladı, yardımına koştu halkının. Bu hayat tecrübelerinin ardından tekrar İstanbul’a döndü. Ancak ne yazık ki kadro bulamadı. Doktor olarak çalışacak bir yer yoktu.
İstanbul’da gönlünde iki derin sevda taşımaktaydı. Biri tıp sevgisi, diğeri edebiyat sevgisiydi. Bol bol kitap okurdu. Edebiyatla yakından ilgilenirdi. Hatta o dönemin çok önemli dergilerinden olan Yeni A Dergisi’nde ‘İnsan Çiti’ adlı bir öyküsü yayınlandı. Bu öyküsü çok beğenildi. Olaylar biraz farklı gelişse, sahip olduğu yeteneğiyle çok iyi bir edebiyatçı olarak da ünlenebilirdi. Ama hayatın onun için başka planları vardı.
Edebiyatın ne kadar içinde olduğunu anlatabilmek için en yakın iki dostunun ismini vermek yeterli olacaktır: Cemal Süreya ve Turgut Uyar. Bu iki değerli şair ve diğer edebiyatçı arkadaşlarıyla sabahlara kadar derin sohbetler yapardı. Böylesi kıymetli arkadaşlara sahip olmasına karşın, kadro bulamamakta ve para kazanamamaktaydı. Oldukça sıkıntılı günler geçiriyordu.
Büyüdüğü köy topraklarında yokluğa alışıktı ama büyük şehrin yokluğu bir başka acıydı. Okumayı çok seven, edebiyat düşkünü bir doktordu. Çok kıymetli sanatkârlardan, edebiyatçılardan, entelektüel dostlardan oluşan bir çevreye sahipti. Diğer yandan, ne uyuyacak bir yatağı ne de cebinde parası vardı. O yokluk günlerinde bile kitaplardan ayrılamıyordu. İnsanlığa katkıda bulunabilmiş, fark yaratabilmiş her insan gibi, okuma sevgisiyle yanıp tutuşuyordu ama kitap alabilecek tek kuruşu yoktu. Cebinde parası olmasa da, Cağaloğlu yokuşundaki kitapçılardan hiç çıkmazdı. Raflarda duran hayat dolu, sihir dolu, rengârenk kitapların arasında dolanırdı. Her biri hayata dair ayrı lezzetler sunan kitapların kokusundan hiç uzak kalamazdı. Kapağının altında kelimelerden hazineler barındıran her kitaba heyecanla uzanır, inceler ama cebinde parasının olmadığını anımsayarak aldığı kitapları raflarına geri bırakırdı.
Elbette ki alacak gücünün olmaması içini sızlatıyordu. Ama duyduğu bu acıya rağmen, her biri bambaşka dünyaların kapılarını açan kitapların arasında olmanın mutluluğu her şeye değerdi. Özellikle bir kitap evinin sahibi, yüzünde bir ışıldamayla, sıcacık bir gülümsemeyle, kitaplara adeta okşarcasına dokunan bu genci artık tanıyordu. Okumanın olgunlaştırdığı bir ruh, okumayı seven gözleri anında seçerdi zaten. Ve kitap evi sahibi bu gencin kitaplara yetecek parası olmadığını da fark etmişti. Fahrettin’le tanıştı, dost oldular ve ona okuması için parasız kitaplar verdi. Fahrettin bu güzel davranışı ve o kitap evini ömrü boyunca hiç unutmadı. İlerleyen satırlarda da okuyacağınız gibi, Fahrettin vefa örneği göstererek tüm Türkiye’ye bu kitap evinin ismini ezberletecekti.
Fahrettin’in kendisinin fark edemediği bir özelliği daha vardı. Amansızca verdiği hayat mücadelesi koşturmacasında aynalara bakacak fırsatı pek olmamıştı. Ama kendisi oldukça yakışıklıydı. O fark etmese de, çevresinde hemen fark ediliyordu. Ve o zor günlerde, bir filmde oynaması için teklif aldı. Onun aklında doktor olarak insanlara yardım etmek ve edebiyatın derin dünyasında ilerlemek vardı. Ancak hayat koşulları bu filmde oynamasını sağladı.
Rol alacağı filmin adı ‘Gurbet Kuşları’ydı. İlk sinema filminde, filmin hemen başında Haydar Paşa Garı’nda trenden elinde valiziyle inerken görünüyordu. İstanbul’a üniversite okumak için ilk gelişini hatırladı. Ve yıllar sonra anılarını kaleme aldığı müthiş kitabında bu durumu şöyle dile getirdi: “Meğer o (İstanbul’a) ilk gelişim, sinemadaki ilk rolümün de provasıymış”. Hayat tesadüfleri sever miydi? Yoksa aslında hiç tesadüf yok muydu? Tam bilinmez ama hayatın hikâyeleri çok sevdiği yadsınamaz bir gerçekti.
Ve o ilk filminin ardından, birbirinin ardına film teklifleri yağmaya başladı. Tarladaki çocukluk rüyalarından beri, yardım edebilmek için yanıp tutuştuğu halkı onu çok sevmişti. Sinema perdesindeki duruşu, içten oyunculuğu halkla arasında kısa zamanda çok güçlü bir bağ kurmasını sağladı. Çocukluğunda tattığı doğa ve hayvan sevgisiyle, büyük emek vererek öğrendiği tıp bilgisiyle, okuma ve edebiyat sevgisiyle kitaplardan edindiği derin birikimle ve mücadeleden hiç vaz geçmediği hayatından elde ettiği tecrübeleriyle insanı, insanlığı öylesi güzel anlamış ve anlatmıştı ki rol aldığı sinema filmleriyle, kısa sürede halkın sevgilisi haline geldi. Türk filmlerinin en aranan aktörü oldu. Yeşilçam filmlerini unutulmaz kılan en nadide isimlerden biri olarak gönüllerde taht kurdu.
Adının altın harflerle yazılacağı sinema tarihine ilk adım attığı film olan ‘Gurbet Kuşları’nın afişi yapılacaktı. Orhan Kemal’in eserinden yola çıkılarak hazırlanan filmde rol alan sinema sanatçıları arasında, Tanju Gürsu ve çok yakın zamanda kaybettiğimiz, kıymetli sanatçımız Filiz Akın’da yer almaktaydı. Filmde önemli bir rolü olan Fahrettin’in adı da afişe yazılacaktı. Kolay tanınması ve o yılların içeriği bağlamında ismi çok uzundu: Fahrettin Cüreklibatır. Daha kısa ve daha akılda kalıcı bir sahne ismi belirlenmeliydi. Fahrettin düşündü. Az önce, yokluk zamanlarında kendisine parasız kitaplar veren kitap evi sahibinden bahsetmiştik. O kitap evinin ismini kendine soyadı olarak seçti. İnsanlar ismini andıkça, kitapların güzelliğinde kendisine yapılmış olan o derin davranış hatırlansın istedi. Her defasında kitaplara gelmenin heyecanıyla içeri girdiği kitap evinin kapısının üstünde, büyük harflerle yazan kitapevinin adı “Arkın” dı. İsim olarak da cesur, kararlı ve mücadeleci kişileri temsil eden “Cüneyt” ismini seçti. Böylece, sinema tarihimizin en kıymetli jönlerinden birinin ismi ‘Gurbet Kuşları’ filminin afişinde ilk kez görünmüş oldu: “Cüneyt Arkın”.
Cüneyt Arkın’ın en yakın aktör arkadaşlarından biri sinemamızın dev ismi Kemal Sunal’dı. Kendisi bu eşsiz sinema oyuncumuza, hayran olduğu zekâsından ötürü Nasrettin Sunal diye de hitap etmişti. Şakalaşmaktan, sohbet edip, vakit geçirmekten çok büyük keyif aldığı Kemal Sunal’la bir gün büyük bir otelin lobisinde oturmaktaydılar. Birden Kemal Sunal’ın gözünün bir yere takıldığını fark etti. O yöne dikkat kesilince, Arap’tan yürüttüğü şarkılarla kısa sürede meşhur olmuş bir arabeskçiye Sunal’ın baktığını gördü. Arabeskçi asansöre bindi ve yukarı çıktı. Hemen ardından Kemal Sunal’ın ağzından şu sözcükler döküldü: “Bu herif gibiler ancak asansörle yükselir”. Bu kıymetli ve zeki dostunun bahsettiği kişiler her alanda ve her zamanda ne yazık ki fazlasıyla yer işgal etmekteydi. Böylesi çıkarcı insanlar anlık, geçici başarı ya da ün elde etseler bile, sadece Kemal Sunal ve Cüneyt Arkın gibi isimleri yüceltmekte, onların ne kadar kıymetli insanlar olduklarını daha da gözler önüne sermekteydiler.
Günün birinde, bu iki kafadar sanatçı özel bir yemeğe davetliydiler. Şık kıyafetleriyle yemeğe katılmışlardı. Kalabalık lobide asansör bekliyorlardı. Sıradayken yine o meşhur arabeskçi göründü. Yanında televizyoncular, gazeteciler ve arkadaşları vardı. Arkın ve Sunal’ı görünce sevinir gibi yaptı. Aklınca dalga geçerek “Oh Kemal Bey, sizi görmek ne güzel. Bana resminizi imzalar mısınız?” diyerek yanlarına yürüdü. Kemal Sunal hiç duraksamadan, cebinden fotoğrafını çıkardı, kalemini hazırladı ve sordu: “Hay hay efendim, isminiz neydi?”
Cüneyt Arkın sadece filmlerde başrol oynamakla kalmadı. Halkın içinden gelmesi, yaşadığı hayat tecrübeleri, toplumun her katmanındaki insanlara temas etmiş olması ve okumanın verdiği farkındalıkla, gördüklerini doğru anlamlandırabilmesi sayesinde insanların sorunlarını, güldüklerini, ağladıklarını, heyecanlandıklarını ya da nefret ettiklerini çok iyi yakaladı. Yakaladığı bu anahtar konuları engin edebiyat sevgisine dayanan güçlü kalemiyle etkili film senaryolarına da dönüştürdü. İyi senaristliğinin yanında, oyunculukta ve sinemada artan tecrübesiyle yönetmen koltuğuna da geçerek, çok önemli filmler çekti. Ve hem tecrübesi hem de imkânları daha da olgunlaşınca, yapımcı olarak da çok başarılı film projelerine imza atmayı başardı.
Babasından dinlediği Battal Gazi hikâyelerinde kendini hayal ederek uykuya dalan çocuk, filmlerinde kıratının üzerine bindi. Canlandırdığı Battal Gazi, Malkoçoğlu, Köroğlu gibi halk kahramanlarını yeniden anlattı. Kahramanlık, dürüstlük, adalet gibi birçok önemli erdemi taşıyan Anadolu insanını hatırlattı. Babası Yakup Beyde vücut bulmuş halde gördüğü kahramanlık ve mütevazılığı, şefkat ve mücadeleden vaz geçmemeyi, onuru ve kibirden uzak durmayı, alın terini ve sonsuz sevgiyi canlandırdığı her karakterde yansıttı. Çok sevdiği hayvan dostlarını olabildiğince rol arkadaşı olarak yanına aldı. Filmlerinde de, özel hayatında da hayvanların dostluğunun sıcaklığından vazgeçmedi.
Filmlerde bazen halkın sağlığıyla oynayan şirket sahiplerine karşı duran tıp aşığı bir hekimdi. Bazen çok şık bir takım elbisesinin için de parayı pulu, yakışıklılığı umursamadan saf sevginin peşinden koşan bir zengindi. Bazen para babası, umursamaz patronlar tarafından hakları gasp edilmeye çalışılan ama mücadeleden vaz geçmeyen onurlu işçilerden biriydi. Bazen ailesini her türlü beladan korumaya çalışan sevgi dolu bir aile babasıydı. Ya da bazen çürümüş bir sistem içinde yozlaşan insanlarla amansızca mücadele eden, masumları koruyan, yılmaz bir kanun adamıydı. Karatede siyah kuşak sahibi olan ve devamlı spor yapan biri olduğu için bol aksiyonlu filmlerde de halkının karşısına çıktı. Komedi filmleri de çekti, savaş filmleri de, absürt filmler de, aşk filmleri de ya da toplumsal filmler de. Ama her filminde işini elinden gelenin en iyisiyle icra etti, halkına hiç saygısızlık yapmadı. Onların kahramanı oldu, dert ortağı oldu, umutları oldu, kahkahaları oldu, düşleri oldu, sesi oldu. Yaptıkları, anlattıkları, kattıkları kelimelere sığmayacak, çok büyük bir sanatkârdır Cüneyt Arkın.
Bir gün Keban Barajı’nda film çekiliyordu. Yüksekçe bir köprüde bir sahne çekilecekti. Yönetmen “Önce köprü üzerinde kavga edeceksin, sonra köprüden aşağı düşeceksin. Seni iple sarkıtacağız” dedi. Kavga sahnesi sonrası, düşüşü filme almak için ipi beline bağlayıp köprüden epey bir aşağı sarkıttılar. Bu sahne de bitti. Şimdi yukarı çekeceklerdi ama sarkıtanlar tüm güçleriyle çabaladılarsa da Cüneyt Arkın’ı yukarı çekemediler. Bunun üzerine set ekibinden herkes ipe sarıldı. Kameramanı, yönetmeni, ışıkçısı hep birlikte asıldılar ipe. Kıpırdatamadılar bile. Hemen yoldan geçenleri yardıma çağırdılar. Ne yaptılarsa olmadı. Bir karış bile yukarı çekemediler. Ve Cüneyt Arkın tüm geceyi öylece ipte asılı geçirdi. Böylesi tehlikeli ve zorlu maceralarla dolu film setlerinde, o hep sevgiyle işini yapmaya devam etti. Ve halk onun her filmini ilgiyle, heyecanla, sevgiyle izledi.
Halkın Cüneyt Arkın’a olan güçlü sevgisini çok iyi anlatan bir anıyı hatırlayalım. Türkiye’nin en zengin iş adamlarından birinin düzenlediği bir yemek davetindeydi. Davette milletvekilleri, bakanlar, ünlü insanlar vardı. Yemekte hem bakan, hem toprak ağası, çok zengin bir adam göze batıyordu. Adamın devamlı kendini övmesinden ve görgüsüzce mal varlığından bahsetmesinden çok sıkıldı Cüneyt Arkın. Ve birden “Ben herkesten zenginim” dedi. Ağa-bakan küçümser bir tavırla sırıtarak “Mümkün değil” diye karşılık verdi. Yeşil gözlerindeki cüretkâr gülümseyişle “Bahse girelim” dedi Cüneyt Arkın. Hemen bahse tutuştular. Kendinden çok emin tavrıyla Arkın “Sokağa çıkalım” dedi. “Halk kimin zengin olduğuna karar verir.”
Caddeye çıkıp, halkın arasında yürümeye başlamışlardı. Arada sırada ağa-bakanı nadiren bir iki tanıyan çıkıyordu. Ama Cüneyt Arkın’ı gören, hatta Cüneyt Arkın ismini işiten koşarak bu halk kahramanı aktörün yanında alıyordu soluğu. Çoluk çocuk, kadın, erkek, yaşlı, genç tüm halk etrafında toplanıyordu. Resim çektirenler, soru soranlar, kalabalık çığ gibi büyüyordu. Ağa-bakan ise bir kenarda yapayalnız, öfke dolu bakışlarla heyecanlı kalabalığı izliyordu. Cüneyt Arkın halkı göstererek ağa-bakana bağırdı “İşte benim zenginliğim, Türk halkının sevgisi.”
Daha öncede edebiyata olan ilgisinden, sevgisinden ve yeteneğinden bahsettiğimiz Cüneyt Arkın anılarını anlattığı müthiş bir kitap da hediye etti bizlere. “Benim Kahramanım Türk Halkıdır” (Arkın, 2022) ismiyle yazdığı bu kitabı okumanızı gönülden tavsiye ederim. Bu yazımda, bu kitaptan bazı anılarına yer vermeye de çalıştım. Ancak Cüneyt Arkın gibi kıymetli bir sanatçının, okur severin, edebiyat aşığının lezzet dolu, samimi ve ince kaleminden bu müthiş kitabı okumak herkese büyük bir keyif verecektir. Hayata dair çok anlamlı ve önemli güzellikleri sunan bu kitabı lütfen kaçırmayınız.
Bu çok kıymetli sanatkâra ait bir anıyı daha hatırlatmak isterim. Cüneyt Arkın yetmişine yaklaşırken bir rahatsızlığı ortaya çıktı. Bel omurlarında ciddi bir problem vardı. Ve durumu her geçen gün oldukça kötüleşiyordu. Ağrıları öylesine şiddetlenmişti ki, ağrı kesiciler fayda etmiyordu. Sabahlara kadar acıdan çığlık atıyordu. Ağrıdan sonra bacaklarında korkutucu bir hissizlik oluşuyordu. Ve ağrıları dindikçe bu hissizlik de artıyordu. Birçok doktora gidildi ama kimse çare olamıyordu. Öylesine kötü bir ruh haline gelmişti ki, Cüneyt Arkın gibi savaşçı bir karakter bile intiharı düşünmeye başlamıştı. Durum çok kötüydü.
En sonunda bir doktor bulundu. Bel emarına bakan doktor, sorunun belde değil boyunda olduğunu ve ameliyatla yüzde seksen iyileşebileceğini söyledi. Bu riskli ameliyat on bir buçuk saat sürdü. Daha sonra kendisine eşi Betül anlattı. Ameliyat çok büyük, çok zor bir ameliyattı. Her hasta dayanamazdı. Morali bozulmasın diye kendisine söylenmemişti. Küçüklüğünden beri yaptığı spor ve mücadeleci ruhu sayesinde bu zor ameliyata dayanabilmişti.
Bir yandan medyada ilgi çekebilmek amacıyla yapılan asılsız haberler vardı. Cüneyt Arkın felç oldu kampanyası yürütülüyordu adeta. Yalan haberler üzerine dostları arıyor, yanına gelmeye çalışıyordu. Anadolu insanı da akın akın hastaneye koşuyor, Cüneyt Arkın’ın yanında olabilmek için vefayla hastane önünde bekleşiyorlardı. Ayağa kalkıp onları karşılayamıyordu ama bu vefa karşısında gözleri yaşarıyordu. Bu büyük ilgiye, çalan tüm telefonlara, ziyaretlere sağlıklı bir insanın bile cevap verebilmesi zordu. Çok zorlu bir ameliyat ardından iyileşme sürecinde olan Cüneyt Arkın da çok istemesine rağmen, herkese yetişemedi ama vefalı bu davranışları, bu insanları hiç unutmadı.
Hastanede geçirdiği tedavi süresi sonunda taburcu oldu. Ölümün ve yaşamın arasındaki incecik çizgide yürümüştü. O kadar acılı, zor, çaresiz ve yıpratıcı bir dönemden sonra evine geri dönmüştü. Evine döner dönmez ilk ne yaptı biliyor musunuz? Önce kitaplığına koştu, kitaplarının karşısında durdu ve kitaplarını selamladı. İşte Cüneyt Arkın efsanesinin arkasında yatan en büyük değerlerden biri buydu. Okumak.
Ardından bahçeye dikti yeşil gözlerini. Ağaçlara, toprağa, çiçeklere, cıvıldayan kuşlara baktı. Hatta uzaktan güvercinlere yem attı. Sonra bir koltuğa bıraktı kendini. Düşüncelere daldı. Aklında beliren ilk kelimeler: Ölüm ve hayattı.
Çocuktum. Televizyonun başında bir film izliyordum. Cüneyt Arkın ailesini kötü adamlardan koruyan bir babayı canlandırıyordu. Çocuklarını öpüp koklayan, eşine sevgi dolu bakan bir aile babası. Alın teriyle dürüstçe, onuruyla çalışan ve derin şefkatiyle ailesine kol kanat geren bir baba. Filmde gerçek hayatta olduğu gibi, dürüst ve iyi insanlara ya kıskançlıktan ya da küçük çıkarların peşinde koşmaktan dolayı musallat olan, zift karası yürekleriyle, duygusuz, onur yoksunu insanlar da var tabii. Film ilerledikçe bu iğrenç insan müsveddeleri, temiz ailenin iyice üzerine gidiyorlardı. Cüneyt Arkın önce sabretti ama canından çok sevdiği ailesine ve değerlerine tehlike hissettiği anda harekete geçti. Ve en sonunda Cüneyt Arkın hepsini bir güzel patakladı. Uçan tekmeleri içi bomboş kafaları tam isabet vurdu. Sabretmen gerektiğinde bekle ve zamanı geldiğinde hak eden namussuzlara hak etiğini ver diyordu büyük usta.
Rahmetli anneannem filmi büyük bir dikkatle izlediğimi görünce, “Oğlum neden bu kadar seviyorsun Cüneyt Arkın filmlerini?” diye sormuştu. “Babama benzetiyorum anneanne” diye cevapladığımı hatırlıyorum. Çocuk yüreğimle bir çırpıda ağzımdan çıkan bu cevap meğerse ne kadar çok şeyi anlatıyormuş, şimdi farkına varabiliyorum. Elbette babamı, onun taşıdığı değerleri, Cüneyt Arkın’ın halkla nasıl bağ kurduğunu, babası Yakup Beyi ve onun temsil ettiği onurlu Anadolu insanını, kısacası bizi, hepimizi içeriyormuş, safça ve büyük içtenlikle ağzımdan çıkan o üç kelime…
Kaynak
Cüneyt Arkın, “Benim Kahramanım Türk Halkıdır”, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2022.