Bu sene kış, gerçekten çok ağır geçti. Dereceler çok düşük sıcaklık değerlerini gösterirken, kar da alabildiğine yağdı. Ağır kış şartları, başta ulaşım olmak üzere verilen hizmetlerin aksamasına neden oldu. Aksayan hizmetler arasında, çok büyük özverilere rağmen maalesef, sağlık hizmetleri de yer aldı.
Ana haber bültenlerinde yer alan aynı nitelikteki bazı haberler bu yazımın yazılış saikini oluşturmaktadır. Söz konusu haberlerin birinde, ağır kış şartları görüntüsü altında “Kar nedeni ile yolu kapanan köyde mahsur kalan gebe kadına sağlık ekipleri, yoğun çalışmalar sonucu ulaştı” denilmektedir. Haberin beni “özellikle” ilgilendiren son kısmında ise “On birinci çocuğuna hamile kadına ilk müdahale sağlık ekiplerince yapıldı” denilmektedir.
Haberi öncelikle, yaşam hakkının en önemli bir değer olduğunun bilinci ile annenin ve doğacak bebeğin yaşamının kurtarılması için cefakâr ve fedakâr sağlık personelimizin yaptıklarını alkışlayarak izliyoruz.
Ama sıra, bir hekim olarak haberin yorumlamasına geldiğinde, bazı şeylerin doğru olmadığı yönünde bende kuvvetli kanaat oluştu. Öncelikle anlayamadığım husus şu oldu. Bir kadın neden on birinci çocuğu doğurmak ister? Evlat, anne ve baba dâhil tüm üst soyun arzuladığı, varlık nedenlerimizin en birincisidir. Ailenin altın topudur, üst soy olarak, ülke olarak ve insanlık olarak geleceğimizin teminatıdır. Anne kendinden kopan ve bir parçası olan evlat sevgisini on birinci kez yaşamayı neden arzular?
Bir kadının on birinci çocuğunu doğurmasının gerekçesini ya da mecburiyetini devletin, akademisyenlerin ve kanaat önderlerinin iyi okuması gereklidir. Her şeyden önce bunu sağlık hakkı bağlamında ele almamız gerekecektir. Çok sayıda gebeliğin anne sağlığı ve yaşam hakkı bakımından olumsuz bir etken olduğu bilimsel gerçeğinin bilinci ile hareket edilmesi gerekir. Gebelik sayısının artışı ile birlikte annenin hayati önem taşıyan biyokimyasal depolarındaki azalmanın yanı sıra, geçirilen doğum eylemine yönelik anatomik bozukluklar annelerimizin erken yaşlanmasına, fizyolojik ve anatomik rahatsızlıklarına ve maalesef ölümlerine neden olmaktadır.
Diğer yandan, dünyaya gelen çocuğun maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması, doğacak çocuğa karşı hem anne ve babanın hem devletin hem de insanlığın bir görevidir. İleri gebelik sayılarında doğan çocuklarımız, hem bedensel hem de mental rahatsızlıklara daha fazla maruz kalmaktadır. Bu nedenle, Nüfus Planlaması Kanunu’nda da belirtildiği üzere ailelerin bakabilecekleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olabilmeleri önemlidir. Ülkemizde doğurganlığın farklı parametrelere bağlı olarak büyük farklılıklar gösterdiği bilinmektedir. Özellikle ve öncelikli olarak doğurganlığın bölgelere, eğitim düzeyine göre büyük farklılık gösterdiği bilinmektedir.
Sağlık Bakanlığımızın sigaraya ve obeziteye yönelik başlattığı ve başarılı şekilde yürüttüğü programa benzer bir kampanyayı çok sayıda gebeliğe ve doğuma karşı da başlatması ve yürütmesi gerekir. Böyle bir kampanya, analarımızın ve çocuklarımızın insan hakları bağlamında algılanması gereken bir hakkıdır. Bu nedenle işin hukuki ve kanuni düzenlemeleri yapılmalıdır. Maalesef, belirli dönemlerde bu konuda yapılan faaliyetler dinsel ve etnik sözde gerekçelerle engellenmeye çalışılmıştır. Birilerinin kötü amaçla sahiplendiği bu sözde gerekçeler, son zamanlarda çoğu alanda sahiplenilen sözde gerekçelerin bir bir ortadan kaldırıldığı gibi etik, hukuki ve bilimsel zemine oturtularak kaldırılabilir ve kaldırılmalıdır.
Kadına şiddet ya da kadının istismarı sadece fiziksel anlam içermez, öncelikli ve en saygın sıfatlarından birisinin analık olduğunu hatırlayarak kadının çağdaş toplumlardaki yerini belirlerken, doğan çocuklarına analığın saygınlığına uygun bir şekilde göstereceği maddi ve manevi desteği gösterebilecek sağlığa sahip olabilmesi ön şartının gerçekleşmesine engel olan çok sayıda gebelik ve doğumun da kadına yönelik bir şiddet olduğunu kesinlikle kabul etmeliyiz. Bunu kabul ettiğimiz takdirde on birinci çocuğunu doğuracak kadına verilen sağlık hizmetinin anlamı değişecektir.