Birçok din ve efsanede, yaratılışın aşkla başladığı işlenir ve nesiller boyu aktarılır. Sözcük anlamına baktığımızda aşk kelimesi Arapçada “aşeka” kelimesinden köken alır ve sarmaşık manasına gelir. Nasıl ki sarmaşık, çepeçevre sardığı ağacın suyunu emerse, onu soldurup zayıflatırsa ve hatta bazen kurutursa, aşk derecesindeki sevgi de sevenin sevdiğinden başkasına ilgi duymamasına ve onu sarartıp soldurmasına sebep olur. Belki de bu yüzden aşeka’dan aşk türemiştir. Farsça’da “ışk” kelimesinden türediğini görürüz ve “zehirli sarmaşık” anlamı taşımaktadır. Türkçemizde bu sözcük aşk olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Aşk kelimesi gündeme gelince belki sevgi nedir sorusu da akla gelebilir. İnsanın yaşamı boyunca tadabileceği en güzel duygular arasında aşk ve sevgi gelir. Aslen her iki duygu da güzel olsa bile, anlam açısından birbirinden farklılık göstermektedirler. Aslına bakılırsa aşk ve sevgi arasında farklılıklar fiziksel ve zihinsel şekilde değişkenlik gösterir. Biri gerçekten değer vermek anlamına gelirken diğeri ise hayranlık duygusu olarak da ön plana çıkmaktadır.
Konumuz sevgi olmasa da bu iki sözcüğün birbiriyle olan ilişkisinden dolayı sevgi konusuna da burada biraz değinmek gerekir diye düşünüyorum. Sevgi nedir, aşk nedir sorusu hep merak konusu olmuştur. Sevgi bir kişiye karşı duyulan ilgi, saygı ile beraber bağlılık anlamı da taşımaktadır. Ancak sevginin oluşabilmesi için zamana ihtiyaç vardır ki o kişiyi tanımak, onu anlamak ve nasıl bir değer verdiğini görmek en önemli kriterler arasında yer alır. Özellikle fırtınalı zamanlarda sığınılacak bir liman olarak sevgiyi ifade etmek mümkündür. Çünkü sevgi karşılıksız olarak verilen destek manasına gelir ve bir hayat boyu sürer.
Ancak sevginin oluşabilmesi için öncelikle aşkın oluşması, yaşanması gerekir diyenler vardır ki bende buna katılıyorum. Özellikle tasavvuftaki aşkta bu basamak çok önemlidir. Kısaca belirtmek gerekirse sevgi, bir kişiye karşı duyulan bağlılık ve ilgi olarak dile getirilir. Aşk ise karmaşık kimyasal süreç ile beraber hormonal açıdan yaşanan geçici bir hayranlıktır. Sevgi bir kez oluştuğu vakit artık karşılıksız olarak her geçen zaman daha fazla büyür. Birbirini seven kişiler her daim karşılıksız şekilde birbirlerine destek verirler ve yanlarında olurlar.
Fakat aşk geçicidir. Karşı tarafın fiziksel ve birtakım farklı kriterlerinin oluşturduğu beğeni ile başlar. Fakat bir insanın karşı taraftan arzu ettiği kriterler ortaya çıkmadığı, fiziksel karakteriler kaybolduğu zaman veya amacına ulaştığı zaman belirli bir zaman içerisinde yok olur. Tıpkı nehirlerin denize veya göllere ulaşmasıyla ortadan kaybolduğu gibi. Nehirlerin denize ulaşması süresi aşk, kavuşunca da hemhal olarak sevgiye dönüşür. Evet, aşk insanın iç dünyasını tahrip eden bir hastalık gibi. Hiçbir şey sizi teselli etmez. Aslında aşk dumansız bir ateş gibidir. İçinizde alev alev yanar ama dumanı olmaz. Aşk bir yürek çarpıntısıdır, o inanılmaz heyecandır, maşukunuzu uzaktan gördüğünde bile bacaklarının titremesidir. Coşkudur, mutluluktur.
Böylesi sorularla okursunuz en başta şekillenmiş kaderinizi… Çok sevdiyseniz, özenle saklarsınız gönül kitaplığınızda… Son yaprağı okumadan bitmesini istemezseniz… Veya son yaprağını okumak istemezsiniz. Biliyorsunuz ki son yaprağını okuduğunuzda tılsımı bozulacak ve alev sönecek. Alevin sönmesini hem istiyor ama ikinci ara yüzünüzde bitmesini istemiyorsunuz. Leyla ile Mecnun gibi, Ferhat ile Aslı gibi… Mecnun Leyla’sına kavuşsaydı çöllere düşmez, Ferhat Aslı’sına kavuşsaydı dağları delmez ve bu aşk hikâyesi günümüze kadar dilden dile dolaşmaz ve ilham kaynağı olmazdı.
Dünyanın Güneş etrafında dönmesini sağlayan, ayın dünya etrafında dolanmasını sağlayan aşk değil mi?
Bülbülün dalına konması için açan gülün derdi bülbüle olan aşk değil midir?
Arının kilometrelerce öteye çiçeklere konmasını ve her çiçekten aldığı numune ile bal yapmasını sağlayan aşk değil midir?
Yağmurda aşk, bulutlarda alev olmasa şimşekler çakılıp bulutlardan dökülen gözyaşları yağmur olarak yeryüzüne düşüp tüm bitkileri canlandırır mıydı?
Kuşları yine mevsim mevsim binlerce kilometrelerce uçurtan aşk değil midir?
Gecenin gündüzü, gündüzün geceyi kovalaması aşk değil midir?
Yunus’a dergâha odun taşıttıran, Mevlana’nın neyzenlerini neylerin terennümü eşliğinde döndüren, ciltler dolusu kitaplar yazdıran aşk değil midir?
Uğruna ülkelerin yok edildiği aşk değimlidir?
Uğruna binlerce şarkı ve türkü yazılan, bestelenen aşk değil mi?
Aşk acısı, ayrılığı olmasa bu eserler ortaya çıkar mıydı?
Aşk senaryosu olmayan dizi, sinema sahnesi var mıdır?
Hindistan’da Şah Cihan’a genç yaşta ölen eşi Ercümend Bânû Begüm için dünyanın en pahalı aşk hikâyesi olarak geçen Taç Mahali yaptırtan aşk değil mi?
Evet, aşk budur işte…
Burada kısaca tasavvufta aşk konusuna değinmeden geçmenin aşkın eksik bir parçasını kaybetmek olarak görmek gerekir. Peki, tasavvufi manada aşk nedir veya tasavvufun aşka bakışı nedir?
Tasavvufun özünü “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim ve alemi Yarattım.” kudsi hadisi oluşturur. Bu hadisin içeriğinde aşk vardır. “Vahdet-ı vücûd” felsefesi de Allah’ı bilmeyi ve tanımayı aşk yoluyla gerçekleştirmek ister. “İnsan-ı kâmil’in “visâl-i hak” için ilk yapacağı şey “masiva”dan geçmek ve “alâık kaydı’ndan sıyrılmaktır. Bu da nefse hâkim olmayı ve “ene (ego)’yı öldürmeyi gerektirir. Sufî ancak o zaman “fenâfillah”a erer ve sevdiğine kavuşur. Çünkü aşk, Allah’ın zatına ait bir özelliktir. Allah’ın sırrı ve tecellinin remzi bu aşkta gizlidir.
Muhiddin Arabî dışında bütün mutasavvıflar aşkı ikiye ayırır: Mecazî Aşk, Hakikî aşk. Muhiddin Arabî göre ise tabiî, ruhanî ve ilahî aşk olmak üzere üç çeşittir Mecazî (İnsanî) aşk, hakikî (ilahi) aşka giden yolda bir deneyiş, belki bir duraktır. Hakikî aşka erişmek için mecazî aşk şart değildir. Çünkü sufîye, Allah ile bir olma zevkini tattıran şey hakikî aşktır.
Mevlanâ der ki: “Aşk; acıyı tatlıya, toprağı altına, kederi neşeye, ağrıyı şifâya, hapishaneyi güllüğe, hastalığı nimete, kahrı rahmete çevirir. Ölüyü dirilten ve köleyi efendileştiren de aşktır.”
Aşk, insan yaratılışındaki güzellik ve varlığın temelini oluşturur. Yani Allah, insanı kendine ayna olsun diye yaratmıştır. İnsan “ahsen-i takvim (en güzel şekilde yaratılan)”, Allah ise “hüsn-i mutlak (yani tartışılmaz güzellik)”tır. Öyleyse aşkların temelinde güzellik vardır. Güzelliğin kaynağı ise Allah’ın üstün güzelliğidir. Bu durumda Allah’tan başkası sevilmez. Yine bunlara göre Allah sevgisi insanda yaratılıştan itibaren olduğu ve güzele karşı ilgi duymanın nedeni de bu olduğu kabul edilmiştir. Bu ilgi ise aşkı doğurur. Allah’a karşı duyulan aşk, maddeden mânâya, cisimden ruha yönelir. Bunun sonucunda son ve sekizinci mertebe olan sevenin sevgilisinde kendisini yok etmesi, her şeyin maşuktan ibaret olması haline ermesidir.
Klasik edebiyatımızda da aşk, basit ve çekici bir arzudan hastalık derecesine varan alışkanlık ve tutkulara kadar çeşitli boyutlarda işlenmiştir. Bu aşk ilk bakışta bir cinsellik izlenimi uyandırıyorsa da platonik bir zevk ve bağlılık olma düşüncesi daha kuvvetlidir. Maddî ve manevî aşk söz konusu olduğunda ağırlık, manevi aşka yönelir. Buna rağmen bazı şairlerin aşk ve âşıklıklarının halk arasında yaygın bir hal aldığı, melankolik durumlar içine düştükleri, bu yüzden işten güçten kesildikleri ve hatta bulundukları mekânı terk ettikleri kayıtlıdır.
Günümüzde aşk konusu günlük bir meşguliyet veya platonik aşktan öteye gitmediğini görürüz. Belki bunun bu noktada olması sosyal medyanın çek etkin olmasıdır. Aşk şarkıları seviyesiz, kelimeler anlamsız hal almıştır. Geçmişte aşktan dolayı şarkılar, türküler yazılırken günümüzde şarkı sözleri yazılmak için sözde aşk yaşanmış izlenimi verilir.
Artık geçmişteki anlamlı mısralara hasret kaldık diyebiliriz. Abdurrahim Karakoç’un ‘ aşk kâğıda yazılmıyor dediği Mihriban’ı, Sezai Karakoç’un Rozas’ı, Âşık Veysel’in terennümleri, Neşet Ertaş’ın Leyla’sına bestelediği türkülerde ve vb. o aşk yoktur. Sadece yapay ilişkilerin yapay aşkı ile sonlanan bir süreç vardır.
Peki sonuç? Aşk? Sevgi?
Aşk fidandır, sevgi ağaçtır.
Aşk çiçek, meyvesi sevgidir.
Aşk evlilik, meyvesi çocuklardır.
Aşk zehirli sarmaşık, sevgi kurumuş bir kütüktür.
Aşk haykırış, sevgisi susmak rıza göstermek, saygıdır, özlemin sona ermesidir…
Aşkın sevgi ile sonlanması dileğiyle…
KAYNAKLAR
1-Ahmet Ögke, “Tasavvufta ‘Kenz-i Mahfi’ Düşüncesi ve Sofyalı Bâlî Efendi (960-1553)’nin ‘Küntü Kenzen Mahfiyyen’ Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl:5, Sayı 12,( Ankara 2004).
2-Türk Dili Ve Edebiyatı web