Başlıktaki soru, okuyanlara ilk bakışta son derece saçma ve gerçekdışı gelebilir. Fakat “din”in insan hayatında nereye tekabül ettiği meselesiyle yakından ilintili bir sorundur. Dolayısıyla bu yazıda, post/modern zamanlarda dinin kategorik olarak kapsamının ne olduğu sorusunu da burada cevaplamaya çalışacağız.
Lezsek Kolakowski, Modernliğin Sonsuz Duruşması‘nda “din eskiden şamil-i mutlak bir kategori idi” demektedir. Bu söz pre-modern dönemde dinin her şeyin kendisine bağlı olduğu genelgeçer bir kategori olarak konumunu ifade etmektedir. Modern zamanlara geldikçe, diğer birçok alan dinden boşandırılınca din sınırlı bir alan içerisinde tanımlanmaya başlandı. Modern zamanların başlangıcından itibaren “din”deki bu alan gerilemesi, farklı felsefi ve düşünsel katkılarla bugüne gelmiştir.
Descartes “cogito” ile kurduğu sistemde, Tanrı’yı sadece sistemin garantörü olarak işlevselleştirmişti. Bir matematikçi ve felsefeci olarak Descartes, Tanrı ile insanın egemenlik alanlarını birbirinden ayırmıştı ki, Tanrı’nın yeryüzü egemenliği böylece sonlanmaktaydı. Spinoza Tanrı’yı yeryüzüne indirirken, buradaki geometrik düzlem içinde yeniden tanımladı. Daha sonraki gelişen düşünceler dinle ilgili iki hususu özellikle belirgin kılmıştır: Birincisi, insan için yeryüzü merkeze alınarak aşama aşama ahiret flulaşmış, ahiret ve Tanrı meselesi dine bırakılmış, dolayısıyla dini alanın daralması iyice belirginleşmiştir. İkincisi, özellikle Aydınlanma ile birlikte insan yetkinliğinin en önemli aracı olarak akıl öne çıkarılırken din de irrasyonel alanla özdeş bir şekilde tanımlanmıştır. Böylece din gizemli, mistik, açıklanamayan her şeyin, kısacası irrasyonalitenin adresi haline gelmiştir. Üçüncüsü, bilhassa ilerleme düşüncesi ile birlikte insanlığın sürekli ilerlediği, giderek yetkinliğini eline aldığı, artık Tanrı ve vahye ihtiyacı kalmadığı şeklindeki Aydınlanma felsefesi belirginlik kazanmıştır. Comte, insanlığın üç aşamadan geçtiğini, teolojik ve metafizik aşamalardan sonra şu anda pozitif safhaya ulaşıldığını söylerken bu mentaliteden beslenmiştir.
Bir boyutuyla sekülerleşme süreci ile ilintili bu durum, günümüzde insan ve tabiat için yeni konumlandırmalar getirmektedir. Sekülerleşme, kısaca dinin referans olma gücünün zayıflaması olarak tanımlanabilir. Modernleşmenin temellerinden (olmazsa olmazlarından) olan sekülerleşmenin insan ve eşyaya dönük iki yüzünde meydana getirdiği sonuçları belirtebiliriz. Birincisi, insan kendisinden meşruiyet bulur ve kendisine referans yapar. İkincisi, insanın ilgilendiği yegane mekan dünyadır; böylece dünya ile sınırlı bir varlık haline gelir. Üçüncüsü, tüm eşya, tabiat ve insanın aşkın ile bağlantısı kopar. Nihayetinde sekülerleşme, anlamını hümaniter bir bakış açısıyla bu dünyada bulan ve insandan başka referansı olmayan bir dünya görüşü haline gelmektedir. Burada ontolojik anlamda kaynak Tanrı’dan insana doğru evrilirken, epistemolojik olarak da vahiy anlam ve değerini kaybederek yerini insani etkinlik ve üretime bırakır.
Bu bakışın doğal bir sonucu olarak nasıl bir perspektifin ortaya çıktığını bazı örneklerle ortaya koymaya çalışalım. Söz gelimi; ağaçlar, sebze, toprak vb. tarım ve tabiatla ilgili temel unsurlardır. Zikredilen tabiatla ilgili unsurların insana dönük iki boyutundan bahsedebiliriz. Birincisi, söz gelimi bir ağacın nerede daha iyi yetiştiği, iklimi, koşulları, verimi vb. konular bu alanla ilgili bilimin üreteceği bilgilerdir. İnsan burada gayret göstererek bilim yapar ve bu bilgileri üretir. İkincisi ise, insanın ağaç ile nasıl bir ilişki kuracağı ağacı nasıl göreceğidir. Geleneksel dini yaklaşım, ağaç da dahil olmak üzere tüm tabiat ve evrenin “aşkın” ile boyutuna temas etmekte ve nihayetinde tüm evreni Tanrı’ya bağlamaktaydı. Tevhid de, insan ve onu kuşatan her şeyin tek referansının Tanrı olduğunu belirtir her şeyden önce ve burada insanın bilim ürettikleri de bundan kopuk olamaz. Yeryüzünde olan her şey Allah’ı zikretmektedir. (57 / Hadid, 1) “Taşın öylesi vardır ki, ondan nehirler kaynar, öylesi vardır ki içinden su fışkırır, öylesi de vardır ki, Allah korkusundan düşer.” (2/Bakara, 74) Dolayısıyla varlık alemi cansız olmadığı gibi Tanrı’dan kopuk da değildir. Kur’an-ı Kerim’in ısrarla tevhid üzerinde durmasının anlamı budur.
Peki bugün gerçekleşen nedir? Eşya (şeyin çoğulu) ile ilgili devasa bilgi üretilirken, bu bilgilere dayalı müthiş bir teknoloji kurulmaktadır. Herkesin gözünü büyüleyen kısım da burasıdır. Yalnız bu perspektifte eşyanın aşkın ile olan bağlantısı yoktur. Yukarıda belirttiğimiz gibi, dünya ve insanla sınırlı olup içkindir. Peki, bunun ne zararı var diye sorabiliriz. Sorun şu ki, eşyanın sadece maddi bilgisi üzerinde durarak bir dünya inşa edilmeye çalışılmış fakat “anlam” kaybolmuştur. Anlam kaybolunca artık ağaç zikretmez olur, ağaç zikretmeyince tabiat tahrip edilir. Bugün bu bakış açısının Müslümanlar da bir istisnası değildir.
Bana mı öyle geliyor yoksa insanlık bu perspektifi benimsedi mi? Ben biraz geride kaldım ve şunları merak ediyorum; aşkını nasıl aştınız? Tanrı’yı nasıl atladığınızı bana da söyler misiniz? Ben yapamadım da.
1 yorum
Modern felsefe aşkınsal olanı aşmadı aslında. Aşkınsal olana yeni bir biçim verdi. Modern felsefenin dünya tasarımı insan merkezli değildir kanımca. En azından Hegel açısından bakınca insan doğa dolayısıyla kendisini bilebiliyor, özbilinç dünyanının bilinci dolayısıyla var olabiliyor. D.GÖÇMEN