Atatürk’ü Tanımak
Atatürk 1938’den bugüne ve yarına fikir, düşünce ve ilkeleriyle yaşamaya ve Cumhuriyetimiz de ilelebet payidar olmaya devam edecektir. Vatan ve ulusumuzun varlığı, dirliği, birliği ve geleceği onun yalnız gönlümüzde ve aklımızda değil, ilke ve devrimlerinin, Cumhuriyetimizin bütün kurum ve kuruluşlarında da yaşamasına bağlıdır. Adalet, eşitlik, özgürlük, insan hakları, demokrasi, bireyleşme, çağdaşlaşma ve bağımsız bir ulus olabilme bu gerçeğe bağlıdır. Atatürk ve ilkeleri olmasa ne olur demek, sütunları yıkalım, tavan yerinde duracak mı demek kadar aklı ve mantığı hiçe saymaktır.
Atatürk put olmadığı gibi, Atatürkçülük İslam’a alternatif bir din de değildir. Çağdaşlaşmanın, aydınlanmanın, ilerlemenin ve bağımsız olmanın simgesidir. 1938’den önceki bedeni ya da 1938 sonrası heykelleri ile değil, düşünce ve pratikleri ile simgedir. İnanç ya da tapıncın muhatabı veya nesnesi değil; bilgi ve bilimin konusudur. Çağdaş medeniyetler seviyesinin ötesine işarettir. Kölelik, esaret ya da bağımlılık Atatürk adıyla yan yana gelmez. Hırsızlık, arsızlık, yağma, çapul ve sahtecilik adının yanından dahi geçmez, geçemez. O, hediyelik eşantiyonlara sıkıştırılarak sözde yere göğe sığdırılabilecek ya da en insanlık dışı yergilerle küçültülecek bir insan değildir. O yergi ve övgünün ötesinde, anlaşılması, düşünülmesi ve uygulanması gereken ilke ve devrimlerin simgesidir. Varlığımız, birliğimiz ve bağımsızlığımızın yegâne anlamıdır.
Ona yönelik saldırılar bile onun sağladığı özgürlük sevdası sayesindedir. Olmasaydı, onu eleştirecek cüceler bile olamayacaklardı.
Atatürk, dinci görüşler ve yabancı ideolojiler yoluyla “çağdaşlaşma”yı reddeder. Tam anlamıyla “yerli ve milli”dir. Onun yurt kurtarma eylemi, emperyalizme yöneliktir, ne var ki emperyalizm içerinin düzenini de sarsmıştır. Bu yüzden içyapının sorunlarını çözmek, bu çözümün verdiği güçle dış ilişkilere yön tayin etmek, değerler sistemini yeni baştan gözden geçirip yaşamda köklü değişiklikler yapmak onun için esastır. Onun için diyorum, yani biz Türk milleti için esastır anlamındadır.
Atatürk, karar alma sürecinde geleneksel değil, çağdaş ölçütlere yer verir. Padişahlık, emirlik, sultanlık, krallık ya da Halifelik gibi çağın gerisinde kalmış kurum ve makamlarla İslam dünyasının nasıl perişan olduğunu hem masada hem sahada tecrübe etmiştir. O halde din hiçbir kurum, kuruluş ya da kişilerce istismar edilmemelidir.
Çağdaşlığın ölçütleri ile Atatürkçülüğün ölçütleri aynıdır. Usçuluk, ulusallık ve laiklik Atatürk çağdaşlaşmacılığının vazgeçilmez prensipleridir.
Atatürk’ün entelektüel birikimini ifade edebilecek sözcük, filozofluktur. Atatürk teoride ve pratikte büyük bir Türk filozofudur. Altı binden fazla kitap okumuş; solidarizm ve olguculuktan etkilenmiş ama hiçbir felsefi ekolü tek başına çözüm kaynağı olarak görmemiştir. Her birinden en azami ölçüde yararlanmıştır. Ona göre, Türk ulusunun bağımsızlığı, toplumun, kişilerin özgürlüğü, insan ve toplum yaşamının ana unsurlarıdır. Bu ulusal model çağdaşlaşma, gelişme ve kalkınma esasına dayanır. [1]
Türk ulusu kapalı bir ulus ya da toplum olmaya mahkûm edilemez. Hurafeler, mitolojiler, batıl inançlar ulusun gelişmesini engellediği gibi, onu kendi içine kapalı ve gelişmemiş toplum haline getirir. Bu amacı gerçekleştirmek için, aklı, bilimi egemen kılan laik, halkçı, devrimci, özgürlükçü, ulusçu, cumhuriyetçi bir toplum öngörülmüştür. Çağdaşlaşma, yenileşme eyleminde çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış ülkelerin uygulamalarından yararlanılmıştır; ancak bu ülkelerden alınanlar ulusal istenç ve kararlar sonucu olmuş, neler alınacağı da gene ulusal düzeyde belirlenmiştir.[2] Yani hiçbir dayatma kabul edilmemiştir.
Atatürk’e göre çağdaşlaşmanın tanımı şöyledir: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün mana ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın temel prensibi budur.”
Modernleşme, eskiden farklı, günümüze ait olan, içinde yaşanılan zamanın gereklerine göre yenileşme ve gelişme halini anlatır. Köken olarak yakın tarihin bir ürünü olmakla beraber Orta çağ’a kadar uzanır. 5. Yüzyılda Latince “Modo”dan türetilmiştir. Modo, “tam şimdi”, “bugüne ait” demektir. O dönemde ilk aşamada Hıristiyanlığı benimseyen toplumun eski pagan kültüründen tamamen kopmak ve yeni bir kültürün doğduğunu belirtmek için kullanılmıştır. Aydınlanmada dört temel unsur bulunur: Bilimsel, kültürel, siyasal ve sınaî devrim. Bu dört devrime bağlı olarak gelişen modernite fikri birey, akıl, bilim ve ilerleme düşüncesini doğurmuştur.[3]
Bu temeller üzerinde demokrasinin nesnel koşulları ortaya çıkar.
Kentleşme, kentlileşme ve din ilişkileri yeniden ele alınır. Yoksulluktan kurtulma ve belirli bir eğitim düzeyine erişme hedeflenir. Çoğulculuk, tek bir gücün egemen olmasına izin vermeyecek ölçüde güçlerin paylaşıldığı, gücün gücü dengelediği, örgütlü bir toplumu anlatır. Demokrasi kültürü ve o kültürün bir yaşam biçimine dönüşmesi bunun öznel koşularını oluşturur.[4]
Atatürk. “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyet’i kurduk. On yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur.”
Atatürk’e göre demokrasi bir sosyal yardım değildir. İrade ve egemenliğin milletin tümüne ait olduğu anlamına gelir. Demokrasi sosyal refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyaçlarını uyutmayı amaçlar. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güvence altında bulunmalıdır.” [5]
Atatürk’e göre laiklik; aklın inanç karşısında özgürleştirilmesidir. Bu noktayı iyi anlamak gerekir. Akıl-iman çatışması değil, akıl ile imanın farklı kulvarlarda işlevsel olacağına işarettir. Laiklik, sadece din-devlet işlerinin ayrıştırılması değil, belki de herhangi bir dinin ya da inancın kamu düzenini tehdit edebilecek bir sınıra ulaşmasını engellemektir. Çünkü laik devlet, bütün din, inanç ve mezheplere karşı tarafsızdır ve hiçbirinin, diğerinin leh ya da aleyhinde bir ayrıcalığı yoktur. Bu prensip, sanılanın aksine vicdan ve inanç özgürlüğünün alnını genişletmekte; inanan-inanmayan her bireyin kendi tercihini bilinçli yapmasını sağlamaktadır. Din adına zorbalık ve baskı yapanların karşısına durmak ancak devletin laiklik ilkesine sıkı sıkıya sarılmasıyla mümkün olabilmektedir.
Din adamı veya ruhban sınıfı kabul edilemez. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın farklı birimlerinde görev alan herkes, din adamı değil, din görevlisi konumu ve statüsündedir. Bu demektir ki, laiklik en çok ruhban sınıfı ve mabet merkezli siyasallaşmayı önlediği için, İslam dininin aleyhine bir siyasal ilke sayılmaz. Çünkü İslam’da her ikisi de yoktur. Bireysel bir inanç ve sorumluluk öne çıkar.
Milletlerin bireyleşmesi yani uluslaşması ve bireylerin özgürleşmesi laiklikle gerçekleşebilir. Ümmet kavramı tarihte çoğu zaman uygulama alanı bulamamıştır. Bunun sebebi, aynı dinden de olsa farklı toplumların aynı birlik içinde kimliksizleşmeye karşı direnişi ve ulus olma ülküsünü taşımasıdır.
Ümmetleşen toplumların bireyleri olmaz. Ümmetleşen toplumlar da millet olamaz.
Atatürk, din ya da tarikat seçkinlerinin değil, halkın isteklerini önemser. Laiklik karşıtı yönetimler, genellikle çoğunluk dinine dayalı bir azınlık diktasıdır. Halife ve din, siyasal iktidarın meşruiyet gerekçesidir. 13. Yüzyılda Bağdat, Endülüs ve Mısır’da 53 ayrı halife vardır. İbn Haldun, hilafetin dinsel değil siyasal bir makam olduğunu vurgular.[6] Bu demektir ki 13. Yüzyılda bile ümmet birliği ve halifenin tekliği benimsenmiş değildir. Siyasal birlik de olmamıştır. Ulus olmak demokrasiye geçebilmenin de ön koşuludur. Öyleyse uluslaşmaksızın demokrasiden söz edilemez. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte uluslaşma ve ardından demokratikleşme gelmiştir. Etnik azınlıkçılık da ümmetçilik gibi laikliğe aykırıdır ve etnik ayrışmalar, tıpkı ümmet birliği hayali gibi, demokrasiye engel yapılanmalardır. Demokrasinin temel güvencesi Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran topluluğun Türk milleti olarak adlandırılmasıdır.
Atatürk, ulus kavramında din öğesi belirleyici olmaz, fikrindedir: “Türkler İslam dinini kabul etmeden önce de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de başkalarının Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin amacı, bütün milliyetlerin üzerinde, hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi.”[7]
Hz. Muhammed, kendi döneminde Müslüman olan Arap kabilelerini geçici süre bir araya getirmiş; İslam’ı kabul etmeyenler ise, Arap olmalarına rağmen bu birliğe dâhil olmamışlardı. Kaldı ki onun sağlığında bir araya gelenler, daha ilk halife seçimlerinde ayrışmaya, aralarında çekişmeye başlamıştır. Bu çekişmeler zaman ilerledikçe kanlı çatışmalara dönüşmüştür.
“Sevgili kardeşlerim, fikir ve idrak sahibi olduğunu büyük hadisat ispat etmiş olan bu millet Allah’ın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu iddia küstahlığında bulunan halife unvanlı gafillere, cahillere, riyakârlara vatanında, vicdanında yer verebilir miydi?” (İnebolu, 28 ağustos 1925).
“Bazı kimseler asri (çağdaş) olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir?”
“Dinimiz milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor”.
Öyleyse Atatürk demek, bağımsızlık, eşitlik, demokrasi, uluslaşmak, çağdaş medeniyetler seviyesi aşarak aydınlanmak ve çağdaşlaşmak, bunun yanında çağdışı hurafelerden uzak durmak, Türk milletinin şeref ve haysiyetini, refah ve mutluluğunu her şeyden önce korumak demektir. Atatürk, Cumhuriyet ve eşitlik demektir. Karanlıklardan aydınlığa çıkmak; tüm millet fertlerinin müreffeh ve mesud olmasını amaçlamaktır. Laiklik karşıtlığı ile dini, kutsalı, vatanı ve milleti zelil kılanlara ne vatanda ne millet vicdanında yer vermemek demektir.
Laiklik hem inanan ve inanmayan bireylerin hem de dinin izzetini muhafaza eder.
Atatürk’ü sevmek bu ilkeler doğrultusunda insanca yaşamayı seçmek demektir. Aksi halde, insanca yaşamaktan vazgeçmek, başkalarını da insanlıktan etmek demektir.
Atatürk’ün Eğitim Felsefesi
Eskiden denenmiş, ama hiçbir yararı olmayan, hatta İslam dünyasını ve Osmanlıyı çöküşe sürükleyen hiçbir eğitim içerik ve yöntemi, yeniden denenmeye değer değildir. Atatürk, bu noktada deneyci tutumuyla realist yöntemi devreye sokmaktadır
Felsefe Tarihinde Platon ve Aristoteles, bugüne kadar süregelen düşünce tarihinin iki farklı felsefi yöntemini sistemleştirmişlerdir. Platon, insan zihni ve onun sahip olduğu temel kavram ve idealarla dış dünyayı biçimlendiren, tanımlayan ve belirleyen idealist bir yöntemle idealizmi; Aristoteles de neredeyse bunun tam tersine, dış dünya ve içindeki varlıkların varoluş ve düzenlerine göre zihni ve onun idealarını belirleyen realist yaklaşımla realizmi, insanlığın tüm düşünsel serüvenine kalıcı parametreler olarak konumlandırmışlardır.
İlerlemeci Atatürk
Atatürk, düşünce ve yaşamı, idealizm ve realizmi birleştirmiş; Türk düşün yaşamı ve dolayısıyla eğitim felsefesini bu birleşime göre belirlemiştir. Onun eğitim felsefesi, tek yönlü ve indirmeci değil; çok yönlü ve ilerlemecidir. Usa dayalı, ussal kural ve uslamlama yöntemi ile idealist; yaşam ve reel olgularla ilgili olmak bakımından da realisttir.
Tarihsel süreç içinde geçmişe dönük eğitsel olgu ve örnekleri, şimdi ve ileriye dönük ilerlemeci ve evrimci felsefeyle değerlendirerek çağdaş, laik, demokratik ve modern bir eğitim yöntemine ulaşır. Atatürk, genel düşünce dünyasında olduğu gibi, eğitim anlayışında da idealisttir ancak, ütopyacı değildir; realisttir ancak pozitivist ve materyalist değildir. İdealisttir, çünkü milli bir eğitim felsefesi temeline dayanır. Realisttir, çünkü çağdaş ve yaşamla iç içe bir eğitim-öğretim anlayışına bağlıdır.
Eğitimde birlik
Osmanlı Devleti’nde 1776’lardan itibaren Batı örneğine göre askeri okullar ve Tanzimat (1839) yıllarından itibaren de yine Batılı sivil öğretimden ilham alınarak Rüştiye, İdadi, Sultani gibi ortaöğretim ve iptidai gibi ilköğretim kurumları açılmaya başlanmış, Darülfünun kurulmuştur. Maarif Nezaretine bağlı bu yeni mekteplerin yanında Meşihata, Şer’iye ve Evkaf Nezaretine bağlı medreseler ve sübyan mektepleri de varlıklarını, etkilerini sürdürmüşlerdir.[8]
Yeni açılan mekteplere, onları medrese ve sübyan mekteplerinden ayırmak için bazen Tanzimat Mektepleri, Maarif Mektepleri de denir. Buralarda yeni bazı derslerin yanında Arapça, din dersleri de yer alıyor, öğrencilere zorunlu olarak ibadetler de yaptırılıyordu. Buna rağmen medrese bunlarla da yetinmiyordu ve tepki gösteriyordu. Bir yandan da azınlık ve yabancı okullar da kendi kültür ve ideolojilerine göre farklı bir eğitim-öğretim yöntemi uyguluyordu. Medrese ve azınlık okulları, gayrı milli bir eğitim felsefesi güderek aynı amaçta birleşiyordu. Bu dağınık, düzensiz ve sistemsiz, çağ dışı eğitim sisteminin sakıncaları Osman yetkilileri ve Ziya Gökalp tarafından fark edilmiş olsa da nihai çözüm 3 Mart 1924’te 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile sorun kökten çözülmüş oldu. Böylece tüm bilim ve öğretim kurumları Maarif Vekâleti ’ne bağlanmıştır.[9]
Atatürk’ün, “fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir” sözünün tarihsel, kültürel ve ideolojik temeli Ziya Gökalp’in eğitimin birleştirilmesi ve çok başlılığın ortadan kaldırılması düşüncesine dayanır Atatürk’ün düşünceleri ve uygulamaları arasında genel bir uyumluluk vardır. Ziya Gökalp ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk toplumuna yönelik ortak düşüncesi toplumun batılılaşması, çağdaşlaşması yönündedir. İkisi de Batı toplularında oluşan hukuk, siyaset, eğitim, bilim ve teknoloji gibi kurumların alınarak, o toplumlardakine benzer bir toplum yaşantısının oluşturulmasını, o toplumlara bu yolla yetişilebileceğini savunmuştur.[10] Gökalp, Osmanlı Devleti’ndeki eğitim sistemine yönelik eleştirisiyle milli eğitimin “kozmopolit” durumundan kurtarılmasını ve “halk, medreseliler, mektepliler” diye üçe bölünmüş olan sınıfları orta bir eğitim ve öğretimde birleştirmedikçe ruh ve düşünce yönünden uyumlu gerçek bir millet olmanın mümkün olamayacağını ifade etmiştir.[11]
Eğitim-Öğretimin birleştirilmesi yani eski deyimle Tevhid-i Tedrisat kanunu yoluyla eğitim ve öğretim ulusallaşma, laikleşme, halkçılaşma, bilimselleşme[12] ve rasyonelleşme özelliklerine kavuşmanın ilk adımı atılmış oldu.
Ben bilinci olarak ulus idesi
Millî Mücadele ile Türk ulusu, Atatürk’ün önderliğinde, tarih sahnesine ben bilincini oluşturan bir varlık ve var oluş öznesi olarak ortaya çıkmıştır. Milli kurtuluşa büyük bir zaferle ulaşıldıktan sonra, Atatürk’e göre, Türk ulusunun varlık olarak ortaya çıkışını ve varoluşsal olarak devamını olanaklı kılacak ikinci aşamaya hemen ve vakit geçirmeden geçilmesi gerekiyordu.
Ümmet yapısı, tek bir ulusun kendi var oluşu ve bilincini yaratmasına engeldir. Osmanlı’daki ümmet anlayışı, bu devleti başlangıçta kuran kurucu özne Türkleri, nesneleştirmiş; ulus olarak var oluşlarına engel teşkil etmişti. Ulus olarak var olmak, ben bilinci ile mümkündür. Bu bilinç olmaksızın, eğitim ve öğretimde birliğin sağlanması düşünülemez. Nitekim Osmanlılarda dağınık, parçalı, birbirinden kopuk ve gayrı milli bir eğitim düzeni vardı.
Millî Mücadeleden itibaren bilinçli bir hareket başlamıştır. Ulaşılan zafer, devrimlerin anahtarı olmuştur. Türk devrimcilerine göre istiklal ve İnkılâp, bu kutlu amaç, ikiz ilkedir.[13]
Savaş ve devrimlerle beraber yürüyen ilk mesele kimlik meselesidir. Osmanlı Devleti’nden birçok millet ortaya çıkmıştı. Bunlardan bir kısmının varlığı, yapaydı. Avrupalıların yardımı ile oluşmuştu. Bağımsızlık ve özgürlük için en son uğraşan Türkler oldu. Ancak yalnız Türklerdir ki hayat ve mukadderatları için dövüşmüşlerdi. Kendilerini tanımak istemeyen cihana varlıklarını ve ben bilinçlerini tanıtmayı başardılar.
Lozan Konferansı sırasında İngiliz heyeti üyeleri, bütün Türklere, özellikle milliyetçilere düşman idi. Yeni Türkiye, devletler tarafından tanınmayı yahut konferans müzakerelerini beklemeden hayatı yeniden düzenlemeye başladı. Açık bir şekilde ortaya çıkamamış olan Türk ve Türkiye sözcükleri, ancak Türk devrimiyle resmiyet kazanmıştır. Oysa daha önce “Türk” etnik düzeyde bile ihmal edilmişti. Türkleri yeni baştan Türkleştirmek ve kendi özüne döndürmek, ilk parola buydu. Kimlik, yani kendi bilincine varmak çok önemliydi.[14] Atatürk, “dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.” [15]
Ben bilinci, Türk milletinin varlığını, bağımsız var oluşunu sağlayan Millî Mücadele ile başlamıştır. Sıra, öncelikle eğitim ve öğretimin tek elde birleştirilmesiyle, tek ulus, tek ülke ve tek bayrak söylemlerinin bilimsel ve ideolojik temellerinin atılması idi. Tek ulus olarak var olma bilinci, eğitimin tekleştirilmesiyle ideal boyuta taşınacaktır.
Türk devrimlerinin bir kısmı Osmanlı sistemi ile bir hesaplaşma, bir kısmı ise amaçlardır. Amaçlar kurtuluş savaşının amaçlarının devamı idi. Kurtuluş hareketimiz üç temel amaca yöneliktir: sömürge ve işgale karşı bağımsız, milli bir devlet kurulması, millet egemenliğinin sağlanması, çağdaşlaşma. Amacın bağımsızlık ve millet egemenliği kısmı sağlanmıştı. Atatürk, “benim için bir tek hedef vardır: Cumhuriyet hedefi” demişti. Çağdaşlaşma ile bu pekiştirilecekti. Türk devrimcilerine göre çağdaşlaşma, her şeyden önce bir hayat davası, bir var olma mücadelesidir. Türk çağdaşlaşması Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gibi birçok büyük hareketin sonuçlarını kavrayacak, işlevlerini üstlenecek nitelikte adımlar gerektiriyordu.[16]
İlk önce Türk ulusunun Millî Mücadele ile var oluş kazanarak ben bilincine erişmesini sağladıktan sonra, Atatürk, Batı düşünce tarihinde yüzyıllara yayılmış devrim, reform ve yenilikleri, bu ben bilincinin eğitim yoluyla sabitlenmesinde tarih felsefesi yaparak değerlendirmiştir.
İlk bakışta, batının düşünce ve devrim tarihini top yekûn kavrayan Atatürk felsefesi, tarihsel gecikmişlik gibi görünmektedir. Bazı araştırmacılar, Kemalizm’in modernleşmeci projesinin başta kültürel alan olmak üzere aynı zamanda “tarihsel gecikmişlik” duygusunun neden olduğu bir tedirginlik içerdiğini; nitekim Türklerin tarih sahnesine binlerce yıl önce çıkmış olmalarına karşın medeniyet yarışında geri kaldığı ve bu geç kalmada Osmanlı döneminin gerileme ve çöküş sürecinde İslam’ın Türk’ün geleneklerini köreltip onu tembelliğe ittiği yönündeki düşünce ve söylemlerin gecikmişlik duygusunun izlerini taşıdığını ileri sürmektedirler.[17]
Tarihsel gecikmiş duygusu, bir bakıma yerinde bir saptama olarak kabul edilebilir. İdealizm, zihin kategorileri doğrultusunda dış dünyayı ve içindeki nesneleri belirleyip tanımlamak girişimidir. Bu girişim, zihinde başlar, ancak her zaman bir kısır döngüyle tekrar zihine geri dönmez. Yani dış dünyada pek çok varlık kategorisini yaratır ve eşyayı düzenler. Atatürk’ün idealizmi, ümmet içinde varlığı bile akla gelmeyen Türkleri, bir ulus olarak var emekti. Millî Mücadele ile bu idea, gerçekleşti.
Sonraki aşama, Batı düşüncesinde yüzyılları alan devrim ve reformların, Atatürk felsefesinde acilen, çok kısa zamanda ve belki de yoğunlukla Türk düşün ve eğitim hayatına uygulanmasına dönük idea idi. Bu idea, bir millet ve o milletin ben bilincine uygun bir eğitim sistemi yaratma amacının olgusal temelde realize edilmesiyle varlığa kavuştu. Atatürk felsefesinde, zihinde hissedilip tasarlanamayan hiçbir idea, realiteyi doğuramaz. Türk ulusu ideası ile laik eğitim ideası, Türkiye Cumhuriyeti realitesiyle somutlanmıştır.
Tarihsel gecikmişlik, Atatürk’ün düşünce dünyasındaki gecikmeden değil, ideal ya da reel herhangi bir felsefeye dayalı olamayan Osmanlı medrese eğitim ve öğretim anlayışından kaynaklanmaktadır. İdealizm ile realizm arasındaki mesafe, ideoloji ile bilim arasındaki mesafeyi de belirler. İdeolojisi olmayan bilim ve eğitim, ideası olmayan reel gerçeklikten söz etmek kadar isabetsizdir. Atatürk’ün idealist yöntemi, milliyetçi içeriktedir. Bu, ideolojidir. Bu ideolojinin birleşeceği bilim ve realite de medeni âlemle olan birlikteliktir. Atatürk, o dönemde bile, “ulusal düşünüp küresel davranmayı” ilk edinmiştir. “Milli hâkimiyete uygunluk, eskinin şeriata uygunluk tezi yerine geçmiştir. Milli hâkimiyete ve çağdaşlığa uymayan müesseseler yıkılmalıdır. Milliyetçilikten hareket edip medeniyetçiliğe ulaşan devrimler bir ideoloji oluştururlar. Bu ideoloji bizi medeni âlemle birleştirir.” [18]
Realist yöntemin arka planı
Ulus olarak var olma ve bu var oluşun laik, çağdaş, modern ve bilimsel açılardan gerçekleştirilmesi, Atatürk’ün eğitim felsefesinin realist yönünü açıklamaktadır. Türk ulusunun öteki milletlerden önce ayrılarak kendi varlığını ve bağımsızlığını kanıtlaması, sonra da medeni dünya ile özgür, ben-bilincine sahip olarak birleşmesi, idealizm ile realizmin Atatürk’ün düşünce sisteminde, Kemalist ideolojide nasıl diyalektik bir harmoni oluşturduğunu göstermektedir.
Atatürk, Türk ulusunu Millî Mücadele ile var oluşa kavuşturmakla idealist ve bu var oluşu eğitim felsefesiyle somutlaması da realist olan yöntemi çok kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştirmiştir. Türk ulusu milliyetçilikle artık sadece bağımsız ve tek başına bir idea olmakla kalmamış; eğitim anlayışıyla öteki milletlerle yarışa girebilecek bir realizmi başarabilmiştir. Milliyetçilik idealizmin, çağdaş eğitim felsefesi yoluyla öteki milletlerle birlikte ve yarış içinde var olmak da realizmin açık-seçik ifadesini oluşturmaktadır.
Atatürk felsefesi monarşizme karşı cumhuriyetçilik, evrensellik yerine milliyetçilik, imtiyazlı zümreye karşı halkçılık, ümmetçiliğe karşı laiklik, âtıl ve tepkisiz çevrelere karşı devrimciliği ön görür. Bu felsefe bir medeniyet devrimi, çağdaş medeniyetleri aşma hareketi, imparatorluktan milli devleti geçişi postulat olarak kabul eden bir Türk aydınlanmasıdır. O, kendi tarihindekilere de benzemeyen köktenci bir modernleşme hareketidir. Batıdakilere de benzemez. Batıdakiler yazı, dil, felsefe, ilim gibi konulara el atmamışlardır. Atatürk felsefesi, Marksizm’e ve Komünizme de kaymamış; kendine özgü bir eğitim ve öğretim diyalektiği kurgulayarak Türk ulusuna özgü bir düşünce sistemi oluşturmuştur.[19]
Atatürk, milliyetçi düşünceyi, Batı düşünce ve fikir hareketlerinden mümkün olduğu kadar yararlanmanın belirleyici bir benlik bilinci olarak kabul etmiştir. Pozitivist felsefeden Sezgici felsefeye kadar Batı’da her türlü fikir hareketlerini yakından izlemiş; Platon ve Aristoteles’te köklerini bulan idealizm ve realizmin tali kollarını temsil eden tüm felsefi düşünce çeşitliliklerine ilgiyle yaklaşmıştır.[20]
Atatürk’ün eğitim felsefesi özellikle şu noktalarda realist bir yöntemin devreye sokulduğunu ortaya koymaktadır:
Ona göre geçmişin hataları kökünden temizlenmeli ve düzeltilmelidir. Burada devrimsel düşüncenin idealist mantığı egemendir. Toplumda yaygın bir bilgisizlik ve cehaletin olduğu saptaması, realist bir yaklaşımdan elde edilen bir sonuçtur. Bu saptama olgusaldır ve nesnel bir yanı vardır. Başka bir deyişle bilimsel bir tanıdır. “Kökten temizleme ve düzeltme, idealist yöntemin; yaygın bilgisizliğin saptanmış olması da realist yöntemin eşgüdümlü olarak kullanıldığını belirler.
Osmanlıdan kalan eğitim yöntemi ya da yöntemleri, Atatürk’ün eğitim felsefesine göre, yetersiz, uygunsuz ve çağdışıdır. Öğrencinin dövülmesinden, aile içi şiddet ve baskıya maruz kalmasına kadar izlenen yöntem sağlıklı ve gerçekçi değildir. Ahlak, din ve maneviyat eğitimi ezbere, aile baskısına ve cahil insanlara bırakılmıştır. Bu yüzden çocuklar, baskı altında cehaleti ve bilgisizliği ilim diye okumakta; ancak bu durum hem içerik hem de şekil olarak İslam dünyasında yalnızca çöküşü ve gerilemeyi mukadder kılmanın ötesine geçişi sağlayamamaktadır.[21]
Atatürk’ün eğitim felsefesinde milliyetçilik başat bir önermedir. İslam dünyasında uygulanan eğitim ve öğretim, ümmetçi bir içerik ve şekle bağlı olduğundan, gerileme kaçınılmaz olmuştur. Bu reel bir durumun dile getirilişidir. İdealist yöntem, eğitimin milli olmasını gerektirmektedir. Türk ulusunun ortaya çıkışı düşüncesi nasıl ki ideadan reele taşınabilen bir sürecin gerçekliğini kanıtlamışsa, aynı şekilde, ümmet yapısına uygun eğitim sisteminin yerine milli bir eğitim felsefesinin konması da ideadan reele geçebilmenin hiç de imkân dışı olmadığını düşünmemize yol vermektedir.
Milli eğitim felsefesi Atatürk’e göre millet olmanın, başka bir deyişle, bir millet olarak varlığını sürdürebilmenin temel koşuludur. Milliliği medreseler ve yabancı okullar zora sokmaktadır. Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada şu çok önemli teşhis ve tespitte bulunur: “Terbiyedir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa iter… Yeryüzünde üç yüz milyondan fazla İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlak almaktadırlar. Ne yazık, gerçek şu ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri, şunun veya bunun kölelik ve horlanma zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu kölelik zincirlerini kırabilecek insanlık meziyetini vermemiştir, veremiyor. Çünkü terbiyelerinin amacı milli değildir.”[22]
Atatürk eğitimin istikrarlı olmasından yanadır ve bir eğitim politikamızın olmamasından yakınmaktadır. Her Maarif Nazırının, yani eğitim bakanının kendine göre, kişisel bir eğitim politikası olduğunu ve bakan değiştikçe eğitim sisteminin de değiştiğinden şikâyet eder. İstikrarlı bir eğitim politikası, kalıcı bir eğitim felsefesinin önceden inşa edeceği teorik bir temele dayanmalıdır. Bu işin idealist yanını anlatır.
Atatürk, eğitimin gündelik ve sıradan yaşamla içi içe olmasını ister. Bugün ABD ve Batı ülkelerindeki eğitim politikaları, teori ile pratiğin, başka deyişle idealizm ile realizmin harmanlandığı bir anlayışı yansıtmaktadır. Bu anlayışı çok önceden Atatürk’ün fark etmiş olması, onun her iki yöntemi nasıl birleştirdiğini göstermektedir. Eskiden denenmiş, ama hiçbir yararı olmayan, hatta İslam dünyasını ve Osmanlıyı çöküşe sürükleyen hiçbir eğitim içerik ve yöntemi, yeniden denenmeye değer değildir. Atatürk, bu noktada deneyci tutumuyla realist yöntemi devreye sokmaktadır.
Eğitim millilik vasfıyla Türk ulusunu ümmet ve kütle olmaktan kurtarıp ulus olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaktır. Çünkü Atatürk eğitim felsefesini bilimsel, laik ve ilerlemeci esaslara dayandırmıştır. Bu görüş, Batıya ve onun eğitim sistemine tam olarak öykünme anlamına gelmez. Çünkü Atatürk realizm ile idealizmi, eğitim felsefesinde Türk ulusuna özgü bir kombinezonla inşa etmiştir. Reel özellikleri, eğitim anlayışının laik, bilimsel ve yararcı (yaşamın gereklerini karşılayan) olmasıyla belirginleşen eğitim felsefesi, materyalizme ve pozitivizme kaymadığı gibi, ahlak, erdem, disiplin ve maneviyatın çocuklara öğretilmesi gereğini de dışlamaz. Ancak bunların öğretilmesi, ümmetçi ya da teokratik bir eğitim yapısına benzemeyi de içermez.[23]
Öğrencilerin çalışkan olmaları, kendine öz güven duymaları ve Türk milletinin bu eğitim süreci boyunca yaşamla doğrudan ilintili olarak kendi yeteneklerini geliştirmesini salık veren Atatürk, Türk kadınına bu eğitim felsefesinde en ideal misyonu yükler: Türklüğü korumak ve sürdürmek…[24]
Öyleyse, Atatürk’ün eğitim felsefesine göre;
Teori ile uygulama paralel olmalıdır. Eğitim gündelik yaşamla iç içe olmalı; pratikteki yarar, kuramsala kurban edilmemelidir. Yararcılık ihmal edilemez.
Eğitim sistemi hiçbir şekilde tek açılı bir görüşe bağlı kalınarak belirlenemez. Medeniyet tarihi içinde tüm düşünce sistemlerinden yeteri ve gereği ölçüsünde yararlanılmalıdır.
– Medrese, hurafe, bilim dışı içerik ve yöntemi yansıtan eğitim anlayışları, denenmiş ve yarar değil, zarar getirdiği tarihin laboratuvarında kanıtlanmıştır. O halde geriye dönmek için herhangi bir neden yoktur. Ancak, eğitimde disiplin, ahlak ve maneviyatın, hatta dinin doğru bir şekilde öğretilmesi, başka deyişle, dinin bilimsel yöntemle tedrisi mümkündür ve böyle de olmalıdır.
Eğitim mutlak milli olmalıdır. Milliliği tehdit eden iki eğitim biçim ve mekânı vardır: Azınlık okulları ve medreseler. Atatürk’ün bu saptaması bugün de geçerlidir. Ancak din öğretimi en yüksek düzeyde ve kesinlikle bilimsel ve felsefi ölçütler ışığında verilmeli; softalığa, telkin ve koşullandırmaya izin verilmemelidir.
Kalıcı ve istikrarlı bir eğitim politikası teorik bir hazırlığı gerektirir.
Bugün bilimsel niteliğini ve çağdaş amacını yitirmiş bazı eğitim- öğretim kurumları ve Tevhid-i Tedrisata aykırı olarak faaliyet yürüten medreseler kapatılmalıdır.
Atatürk, metafizik ve ona ilişkin konularla ilgili her türlü düşünceyi idealizm ile kuran Platon’u ve fizik ve nesnel varlık alanıyla ilgili olanları da realizm ile kuran Aristoteles’in sistematik felsefelerini, yeni bir Türkiye ve tarihte gömülü kalmış Türk milletinin çağdaş eğitim felsefesinde birleştirerek özgün bir eğitim sistemi yaratmayı başarmıştır.
Teori ile pratik, başka deyişle idealizm ile realizm arasındaki mesafeyi, devrimlerle kısaltmış; Batıda yüzyılları alan Rönesans ve reformları Millî Mücadele ve o sayede gün yüzüne çıkarttığı Türk ulusunun çağdaş eğitime kavuşturulması yoluyla mucize sayılabilecek hız ve başarıyla aşmıştır.
Ümmetten ulusa, kütleden millete, medreseden laik eğitime, hurafeden bilime geçiş idealden reele ulaşabilmenin göstergesidir.
Atatürk’ün eğitim felsefesinde, içerik ve yöntem birbiriyle uyumludur. İçerik, bilime, medeniyete, yeniliğe ve ilerlemeci mantığa uygun olmalıdır. Şekil, yönteme ilişkindir. Eskiden denenmiş içerikler, öğrencileri suskunluğa, öz güvensizliğe ve cehalete sürüklüyordu. Oysa yeni yöntem, bilimsel ve rasyonel herhangi bir temele dayanmayan şeylerin kökten kazınmasını, ezberle, hoca ve aile baskısıyla öğretme yöntemin ortadan kaldırılmasını ön görmektedir. Yöntem ideali, içerik de reeli baştan sona düzenlemeyi anlatır.
Atatürk, Türk eğitim felsefesini kuran bir devlet adamı-filozoftur.
Filozof Devlet Adamı Olarak Atatürk
Nesnel tarih bilimi, kimini devlet başkanı ya da kral, kimini filozof ya da düşünür olarak kayda geçer. Büyük İskender büyük bir kraldır. Orta Avrupa’dan Orta Asya’nın içlerine, Kuzey Afrika’dan Anadolu’nun bir ucundan öbür ucuna girmediği şehir, almadığı toprak ve neredeyse yenmediği ülke bırakmamıştır. Özellikle Batı Anadolu’da ayak basmadığı yer yok gibidir. Babası Kral Philip’in kendisine öğretmen olarak tuttuğu büyük filozof Aristoteles’i bu fetihlerin bir kısmında yanından ayırmamıştı. O yalnız Philip’in oğlu Büyük İskender’in değil, dünyanın öğretmeniydi, hem de İslam dünyasının adlandırdığı gibi, “İlk Öğretmen”di. M.Ö. IV.-III. Yüzyıllarda, önüne çıkan şehirleri, siteleri, ülkeleri dize getiren; her gittiği yeri imar eden Büyük İskender’in öğretmeni Aristoteles belki o günlerde, öğrencisi kadar ünlü değildi; adını dünya duymamıştı. Ama düşünce ve bilginin tohumlarını, savaşın ve siyasetin uzanabildiği köşelere sessiz sedasız ekmişti. Öyle ki, başta öğrencisi olmak üzere, kralların ve yöneticilerin anlık kararlarına, himaye ya da azline bağlıydı bütün yaşamı. O günlere tanık olanlar, iki bin beş yüz yıldır, öğrencisinden daha çok hocasının, dünya fatihinden daha çok bir öğreticinin, yani Büyük İskender’den daha fazla Aristoteles’in adının ve ününün gittikçe insanlık belleğine kazına kazına yaşayacağını hayal bile edemezlerdi. Büyük İskender’in savaştaki ve siyasetteki başarıları doğal olarak bilinmektedir. Ama tarihin envanterine kayıtlı krallar arasında sadece “en göze çarpanlar”dan birisidir. Tarih onu, kronolojinin mekanik sayımına hapsetmiş; yer, zaman, siyasi koşullar, ekonomi ve askeri başarılar arasında kurulan teknik bağlarla objektif tarih biliminin satırları arasına yerleştirmiştir. Antik Tarih’in bu bağlantıları nasıl kurduğuna ilişkin somut araçlar lazım oldukça, yerleştikleri yerden alınıp yeniden aynı yerlerine bırakılırlar. Çünkü devlet adamları, düşünülen, üretilen ve her an değişmeye namzet siyasetin o anki pratiğinin uygulayıcılarıdır. Pratik siyaset, anılan öğleler arasındaki bağlantının ilgili dönemdeki paradigmaya uygunluğu ölçüsünde başarı getirir. Bu paradigma ile eşleşen dönem, pratik siyasetin uygulanması için elverişlidir.
Büyük İskender, Antikite’nin siyasal birikimini başarıyla uygulamaya geçirmesi bakımından adı unutulmaz tarih öznesidir. Ancak onun özneliği, yaptıkları ile sınırlıdır. Aslında bütün parlak devlet adamları için de aynı durum geçerlidir. Çünkü insanlık tarihi, siyasetin pratiği için, kendi yarattığı kahramanları, yaratacağı bir sonraki kahraman ya da kahramanlar için kurban ederek akar, gider. Bu akıntıya, uygulanmış bir siyaset ya da yönetim pratiği, yalnızca esin kaynağı olabildiği ölçüde ayak uydurabilir. Yoksa tarihin akıntısına kapılır, gider. Her ne olursa olsun, ayak uyduran özne, pratiği uygulayan değil, uygulanan pratiğin anlamıdır. Bu anlamı, tarihin birbiri ardına kurban ettiği kahramanları bedenen yaşatarak değil, yapıp-ettiklerinin düşünsel sürdürülebilirliği yineleyerek taşıyabilir. Ne ki Büyük İskender de öncesi ve sonrasındaki kahramanlar gibi, kendi gidip adı kalan yadigarlardandır.
Aristoteles, Büyük İskender’in siyaset pratiğinin gölgesinde geçici olarak kalmıştır. Yüzyıllar içinde dünya fatihini, hocasının sonsuza dek felsefesinin gölgesinde bırakacağını kim bilebilirdi? Belki Büyük İskender, bugün tarihin parlak sayfalarında hâlâ adı geçen bir kral olmaya devam ediyor. Ancak Aristoteles felsefesinin okutulmadığı, bilinmediği, duyulmadığı bir lise, bir üniversite veya bir insan topluluğu bulunabilir mi? Kahraman kralları ya da devlet başkanlarını tarih yaratır ama tarihi de filozoflar yaratır. Bu gerçeklik, tarihin neden kendi yarattığı kahramanları süreç içinde öldürmeye güç yetirdiği halde, kendisini yaratan filozofları öldüremediğini açıklar. Atatürk de tarihi yapan bir filozoftur.
Vurgulayarak belirteyim: Aristoteles, tarihi yaratan en önemli filozoflar arasındadır. O, savaş ve siyasetten dolayı değil, her alanda çığır açan felsefesiyle tüm çağlara ve insanlık tarihine yön vermiştir. Hukuk, siyaset, ahlak, musiki, sanat, doğa bilimleri ve burada sayamayacağımız hemen her alanda, bugünün tarihini yarına taşıyacak olan felsefesiyle ölümsüzleşmiştir, yoksa salt adıyla değil. Demek ki filozof, devlet adamı ya da kraldan daha uzun ömürlü; felsefesi daha etkilidir. Çok başarılı da olsa devlet adamı, ancak kendi dönemindeki halkın gönüllerini fethetmiş; duygularına tercüman olabilmiştir. Tam bu noktada, hem o zamanki halk artık yoktur, hem de o zamanki halkın duyguları. Duygusal bağlılık, tarihin sırtında uzun süre taşıyamayacağı kadar uçucudur. Çünkü tarih, taşıyacağı şeyi, sırtına değil, belleğine alır; düşüncesinde mayalar, olgunlaştırır ve sonra aktarır. Belli bir halk ve belli bir halkın duyguları, düşünce gibi omurgalı değildir. Esnek ve geçicidir. Bir önder, halkı ve halkına ait duygularıyla tarihin kronolojik envantere gömdüğü hatıralaşmış bir vefaya tutunarak ölümsüzlüğe ulaşamaz. Bir şey daha gereklidir, onu ölümsüzleştirecek bir şey: Felsefe. Büyük İskender, bu ölümsüzlük iksirine sahip değildi. Saygıyla ve hayranlıkla anılmak dışında, bugüne taşıyabildiği şeyler, yönetiminde inşa edilmiş muhteşem kentler, muhteşem yapılardı. Ama bunlar bile onu bir Aristoteles yapmaya yetmedi. Çünkü o bir filozof değildi, yüzyıllarca sürecek bir felsefesi de yoktu. İşte bu ölümsüzlük iksiri Aristoteles’te vardı. Her anıldıkça, daha bir ölümsüzleşmekte; anlaşılmak için nice beyinler sabahları uykusuz geçirmekte, anlamayanlar hayıflanmakta, adını duyup da bilmeyenler de utanmaktadırlar. Çünkü o bir filozoftur.
Atatürk, yok olmanın eşine gelmiş Türk ulusunu yeniden hayata, devlete, bağımsızlığa ve geleceğe bağlamıştı. Taş üstünde taş kalmamış bir Osmanlı’dan bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti devleti yaratmıştı. Dünyanın görüp göreceği dillere destan Kurtuluş Savaşı’nı büyük bir zaferle taçlandırmıştı. Hiçbir ülkede kadına reva görülmesi hayal bile edilemeyen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik hakları Türk kadınına altın tepside sunmuştu. Osmanlı’nın “kafasız Türk” diye aşağıladığı insanlardan bağımsız ve başı dik bir Türk ulusu oluşturmuştu. Yedi düvele başkaldırıp emperyalizmin tüm gücüyle abandığı Anadolu’yu, Büyük İskender’i kıskandıracak denli yeniden fethetmişti. Savaşın ve siyasetin en usta, en incelikli pratikleri, çok az önderde tanık olunabilecek zekâ, öngörü ve cesaretle gerçekleştirmişti. İçerdeki ve dışarıdaki düşmanları bile, bazen kıskançlık, bazen hile ve desise ile de olsa, ona içten içe gıpta ediyorlardı. Dostları şükran ve minnet duyuyorlardı. Önderliğinde elde edilen zaferler ve köklü devrimleri, Türk ulusu için hayali bile imkânsız umut aşılıyordu. En umutsuz anlarda, umudu yoktan var ediyordu. Bütün bunları bir önder, bir devlet adamı olarak başarmıştı. Askeri ve siyasi dehasından kuşku duyacak daha anasının karnından bile doğmamıştı ve doğmayacaktı… O, büyük bir komutan, siyasi bir deha ve dahi bir devlet adamıydı.
Hepsi doğrudur. Dahası, birkaç paragrafta özetlenemez. Atatürk’ün eşsiz bir lider olduğu, Türk ulusu için yapıp-ettikleri, siyasi dehası hakkında milyonlarca sayfayı bulan kayıtlar tarihin envanterinde olduğu gibi saklanmıştır. Peki, soralım. Acaba Atatürk, yazımın başında verdiğim örneğe bakılarak, neden tıpkı Büyük İskender gibi bir akıbete uğramamıştır? Hiç düşündünüz mü, Atatürk niçin hala yaşamaktadır? Dünyada eşine az rastlanır askeri ve siyasi başarılara imza atmış olması, onun normal olarak en çok Büyük İskender çizgisinde anılması ile yetinilmesini gerektirmez mi? Benzeri liderlerden Atatürk’ü ayıran, unutulmasını önleyen en temel özellik nedir? Tersinden sorayım: Hem unutulmayan hem de anlatılamayan bir lider olmak, paradoksal bir durumu anlatmıyor mu? Hem unutmayacaksınız hem de hakkıyla anlatamayacaksınız? Çelişkili bir durum. Anlatılamıyorsa, unutulması gerekir, yok eğer unutulmamışsa, anlatılabilmesi gerekir? Unutulmadığı, unutturulamadığı, üstelik dönüp dönüp yeniden şahs-ı manevisine müracaat edilmek zorunda kalındığı bir devlet adamı olduğu apaçık bir gerçekse, bu gerçeklik, hep söz konusu paradoksla birlikte mi var olacaktır? İyi ama nereye kadar?
Unutmamak ve anlatamamak, daha fazla birlikte yaşayamaz. Unutmuyorsanız, neden unutmadığınızın gerekçelerini bilmek zorundasınız. Unutturulmamasını istiyorsanız, unutmak ve unutturmak isteyenlerden bunu rica edemezsiniz. Vefa, sadakat, şükran ve minnet gibi duygulara davet edilerek bu iş başarılamaz. Erdem içerikli olsa da hiçbir duygu, değil o zamanki halktan bu zamanki halka, o zamanki kişiden bu zamanki kişiye aktarılamaz. Duygular anlıktır. Erdemli ya da erdemsiz olsun, hiçbir duyguyu sür git tarihsel sürecin öznesi yapamazsınız. Günlük yaşamımıza bakın. Örneğin bir baba ya da anne, elinde avucunda ne varsa çocukları için harcar; ömrünü tüketir, canından can, kanından kan verir. Özveride sınır nedir bilmez. Tek beklentileri, gözlerini kırpmadan her türlü fedakârlığı yapmaktan kaçınmadıkları evlatlarının kendilerine, vatanına, milletine hayırlı bireyler olmasıdır. Anne-babaya saygılı, şükran ve minnet duyguları içinde olmalıdır. Olan elbette vardır. Ama şu bir gerçektir ki, çoğun böyle olmaz. Fedakârlıkların yapıldığı anlarda bu ve benzeri erdem içerikli duygular yaşanır. Ancak çok geçmeden, çocuklar, Halil Cibran’ın dediği gibi, “gelecekte kurmayı tasarladıkları saraylarına” taşınma telaşına düşerler. Duygular, yerini başka duygulara terk etmek üzere değişmiştir. İnsan doğasını en acıtıcı biçimde yansıtan, duygularıdır. Karmaşık bir varlık olup da tek düze duygu sahibi olmayı beklemek, insan doğasını tanımamak demektir. Bu gerçek hepimiz için geçerlidir.
Öyleyse, tarih Atatürk’ü bir lider olarak kronolojik envanterinde saklamakla yetinmiyor, onu artarak hatırlatıyorsa, onun tüm başarılarında saklı olanı, sürekli keşfetmemizi bekliyor ve hala anılan paradoksa rağmen unutturulmasına izin vermiyorsa, bunun nedeni nedir? Unutturmak isteyenlerin unutmamak için çırpınanlardan korkmaları mı? Hayır, kesinlikle böyle değil. Unutulmak kaderi olan hiç kimse, tarihin envanterinden öteye gidemezdi.
Ya da unutmak istemeyenler sayılan şükran duygularını, Atatürk Önderliğinde kazanılan Kurtuluş Savaşı’na katılmış kahramanlar gibi aynıyla bugüne aktarabilme becerisine mi sahiptirler? Böyle bir ulvi duyguya sahip iseler, her gün toprağa verdiğimiz kahraman şehitlerimiz ve gazilerimizle ilgili duyguların, daha anlık, daha canlı ve her gün yaşadığımız erdemli duygular olması gerekmez mi? Üstelik bu duyguların “taşınma, aktarılma ve yaşatılma” gibi zorlukları yoktur; çünkü duygunun doğası icabı zaten her gün yaşıyoruz.
O halde sorun, başkadır. Unutmayanlar ve unutturmaya çalışanlar, bir noktada birleşir: Unutmayanlar, Atatürk’ün devlet adamlığına ilişkin “tarihsel bilgiler” den, semboller yardımıyla “güncellenmiş ama erdem içerikli duygular” üretirler. Unutturmaya çalışanlar ise, aynı bilgilerden “güncellenmiş ama erdemsiz duygular” üretirler. İlki iyi, ikinci kötüdür yargısı, normatiftir; ancak epistemolojik değeri yoktur. İki yargı da gerekçesini “duygular”dan alır. İkisi de bu anlamda normatifdir. Ancak uzun ömürlü değildirler.
O halde, Atatürk yalnız üstün bir lider değil, aynı zamanda felsefe tarihinde çığır açan bir Türk filozofudur. Atatürk’ü, sistem kuran bir filozof olarak görmek, hiç de ihtiyacı olmayan bir övgüye muhatap etmek olarak anlaşılmamalıdır. Atatürk, sistemci bir filozoftur. Onunla ilgili olarak içine düştüğümüz unutmamak ve unutturmak paradoksunun çözüm noktası işte burasıdır. Nasıl ki Aristoteles, dünden bugüne kendisine duyulan salt sevgi veya minnettarlıkla değil, felsefesiyle unutulmuyorsa, Atatürk de öyledir. Atatürk, felsefesiyle kendisini tarihe dayatan bir filozoftur, yoksa sadece tarihin insafına bırakılmış bir lider değildir.
Bu yazımda Atatürk’ü özellikle Aristoteles’le kıyaslıyor değilim. Aksine Atatürk, felsefe tarihinde bilinen en ünlü filozoflarla tek tek kıyaslanabilecek düzeyde bir filozoftur. Kaldı ki Aristoteles’ten daha büyük filozoftur, çünkü öğrencisi Büyük İskender kadar dahi bir lider, Aristoteles kadar sistemci bir filozoftur. İkisinin özelliklerini şahsında toplamıştır. Kıyaslanacaksa, ikisiyle birden kıyaslanmalıdır.
Atatürk’ün liderliği, felsefesinin bir sonucudur. Atatürk’ün felsefesinin en somut sonucu, bağımsız bir Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni var etmiş olmasıdır. Felsefe Tarihi’nde bu kuram-eylem birliğini kaç filozof sağlamıştır? Hem, Aristoteles “İlk Muallim”, Farabi “İkinci Muallim” ise, Atatürk “Başöğretmen” değil mi?
Atatürk, ne filozof-devlet adamı Marcus Aurelius’tan, ne de Büyük İskender gibi bir imparatoru yetiştiren Aristoteles’ten geri kalır. O hem bir devlet başkanı hem de filozoftur.
Referanslar
[1] Bkz. Suna Kili, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli, Türkiye İş bankası Kültür Yayınları, 11. Baskı, İstanbul 1981, ss. 173-223.
2 Bkz. Kili, A.e., a.yer.
3 Bkz. Mehmet Saray, Giriş: Çağdaşlaşma/Modernleşme: 1Atatürk ve Çağdaşlaşma Bilgiler ve Görüşler, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2010, ss. 3-11.
4 Bkz. Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi, Ankara 2007, ss. 22-23.
5 Bkz. Kışlalı, s. 24.
6 Bkz. Kışlalı, ss. 37-38.
7. Bkz. Kışlalı, s. 37.
8 Yahya Akyüz, “Türk Eğitim Tarihi”, (Ankara: Pegem A Yayıncılık, 2007), 329.
9 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 329, 330.
10 Orhan Türkdoğan, “Ulus-Devlet Düşünürü Ziya Gökalp”, (İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, 2005), 377.
11 Ş., Yamaner, “Atatürk Öncesinde ve Sonrasında Kültürel Değişim: Değişimin Felsefesi ve Toplumsal Özü”, (İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1999), 69.
12 Rifat Okçabol, “Türkiye Cumhuriyeti Eğitim Sisteminin Kuruluş Mantığı ve Temelleri” Ülkemizde Laik Eğitim Sisteminde Sosyal Bilim Olarak Din Öğretimi Kurultayı, Bildiri ve Tartışmalar, (Malatya: T.C. İnönü Üniversitesi Yayınları, 7-9 Nisan 2005), 22-29.
13 Yümni Sezen, “Hümanizm ve Atatürk Devrimleri”, (İstanbul: Ayışığı Kitapları, 1997), 202.
14 Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk devrimleri, 202, 203.
15 Sadi Irmak, “Atatürkçülüğün İlkeleri, İnkılâpların Fikri Temelleri”, (Ankara: Atatürkçü Düşünce, 1992), 87.
16 Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, 212.
17 İsmet Parlak, “Kemalist İdeolojide Eğitim”, (Ankara: Turhan Kitabevi, 2005), 136.
18 Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, 213.
19 Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri 215, 223; İsmet Parlak, “Kemalist İdeolojide Eğitim”, (Ankara: Turhan Kitabevi, 2005), 136–148.
20 Arslan Kaynardağ, “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Felsefe”, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002), 16, 17.
21 Yahya Akyüz, “Türk Eğitim Tarihi”, (Ankara: Pegem A Yayıncılık, 2007), 335,344.
22 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 337.
23 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 338–334.24 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 338–344.
[1] Bkz. Suna Kili, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli, Türkiye İş bankası Kültür Yayınları, 11. Baskı, İstanbul 1981, ss. 173-223.
[2] Bkz. Kili, A.e., a.yer.
[3] Bkz. Mehmet Saray, Giriş: Çağdaşlaşma/Modernleşme: 1Atatürk ve Çağdaşlaşma Bilgiler ve Görüşler, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2010, ss. 3-11.
[4] Bkz. Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi, Ankara 2007, ss. 22-23.
[5] Bkz. Kışlalı, s. 24.
[6] Bkz. Kışlalı,ss. 37-38.
[7] Bkz. Kışlalı, s. 37.
[8] Yahya Akyüz, “Türk Eğitim Tarihi”, (Ankara: Pegem A Yayıncılık, 2007), 329.
[9] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 329, 330.
[10] Orhan Türkdoğan, “Ulus-Devlet Düşünürü Ziya Gökalp”, (İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, 2005), 377.
[11] Ş., Yamaner, “Atatürk Öncesinde ve Sonrasında Kültürel Değişim: Değişimin Felsefesi ve Toplumsal Özü”, (İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1999), 69.
[12] Rifat Okçabol, “Türkiye Cumhuriyeti Eğitim Sisteminin Kuruluş Mantığı ve Temelleri” Ülkemizde Laik Eğitim Sisteminde Sosyal Bilim Olarak Din Öğretimi Kurultayı, Bildiri ve Tartışmalar, (Malatya: T.C. İnönü Üniversitesi Yayınları, 7-9 Nisan 2005), 22-29.
[13] Yümni Sezen, “Hümanizm ve Atatürk Devrimleri”, (İstanbul: Ayışığı Kitapları, 1997), 202.
[14] Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk devrimleri, 202, 203.
[15] Sadi Irmak, “Atatürkçülüğün İlkeleri, İnkılâpların Fikri Temelleri”, (Ankara: Atatürkçü Düşünce, 1992), 87.
[16] Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, 212.
[17] İsmet Parlak, “Kemalist İdeolojide Eğitim”, (Ankara: Turhan Kitabevi, 2005), 136.
[18] Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, 213.
[19] Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri 215, 223; İsmet Parlak, “Kemalist İdeolojide Eğitim”, (Ankara: Turhan Kitabevi, 2005), 136–148.
[20] Arslan Kaynardağ, “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Felsefe”, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002), 16, 17.
[21] Yahya Akyüz, “Türk Eğitim Tarihi”, (Ankara: Pegem A Yayıncılık, 2007), 335,344.
[22] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 337.
[23] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 338–334.
[24] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 338–344.