Dünyanın en keyifli ve yararlı tartışmaları, bilge insanlarla olan tartışmalardır. Bir de bu insanlar düşünce ve eylem adamı niteliklerini birlikte taşıyorlarsa, her mesajları bir başka “Evrensel boyut” kazandıracak kadar yaşamsal değer taşır.
Son günlerde basında ilaç firmalarının “Rus hayat kadını” promosyonu tartışması “talihsizliği”ni izlerken bunları düşündüm.
İTO Genel Sekreteri Aşkın Demirci’ye gazeteci soruyor: “Nataşa promosyonu konusunda duyumlar var, doğru mu?”
Doktorun verdiği cevap üstelik de doktorları temsil eden bir kurumun başında olan bir doktorun verdiği cevap: “İlaç firmaları her şeyi yapar. Olabilir. Bizim de böyle duyumlarımız var.”*
Olay etik açıdan değerlendirildiğinde iddia sahiplerini aklandırmıyor. Olay hukuk açısından irdelendiğinde “Suçun şahsiliği” prensibine ters düşüyor.
Olay kanıt açısından irdelendiğinde tutarsız görünüyor.
Hekimler ve bilim insanları açısından irdelendiğinde “karalayıcı” görünüyor.
İlaç firmaları açısından bakıldığında “promosyon fonksiyonunun zedelendiği” görünüyor.
“Nataşa” açısından bakıldığında “aşağılayıcı” görünüyor.
Sağlık ordusunu çok boyutlu olarak etkileyen ve de ilgilendiren bir yaklaşım tartızının olumsuz sonuçlarını engellemenin yolu bağımsız, bilimsel ve evrensel bakış açısı kazanmaktan geçiyor.
Her hekimin böyle bir bakış açısı kazanmış olması çağdaş hekim olmanın “olmazsa olmaz”larındandır.
Tam da bu noktada düşünce ve eylem adamı olmayı yaşam biçimi olarak algılayan Atatürk’le bir doktor olarak konuşalım. Ya da bizim adımıza Dr. Zeki Bey konuşsun.
Değerli hocalarımızdan Prof. Dr. Aydın Taneri’nin Ankara Üniversitesi’nin 1982-1983 ders yılına başlanması münasebetiyle düzenlenen törende verilen ilk dersten bir alıntı. Aynen aktarıyorum:
Atatürk, 1933 Cumhuriyet Bayramı balosunda Ankara Palas’ta bir form niteliği taşıyan toplantıda, devleti ve icraatı katılımcıların açık bir şekilde eleştirmelerini istemiştir. Tartışma devam ederken “Başka konuşmak isteyen var mı efendim?” diye soruyor Atatürk.
Bu kez orta boylu 24-25 yaşlarında görünen bir genç, birkaç adım ilerleyerek kalabalıktan sıyrıldı:
-Benim sormak istediğim bazı şeyler var Gazi Paşa Hazretleri…
-Buyrun, oturun…
Genç, kendisine güvenli adımlarla ve büyük bir saygı havası içinde masaya yaklaştı ve sandalyeye oturdu.
-Adın ne?
-Zeki?
-Ne iş yaparsın?
-Bu yıl Tıbbiye’yi bitirdim, doktor çıktım Paşa Hazretleri…
-Güzel, konuş bakalım.
Salondakiler, geçen iki olaydan sonra Atatürk’ün karşısına çıkmaya cesaret eden bu gence hem saygı ile hem tedirginlikle bakıyorlardı. Doktor Zeki, elbette heyecanlıydı, ama bunu belli etmiyordu. Cümleleri düzgün, sesi etkiliydi.
-Siz kumandan olarak başarılı, devlet adamı olarak büyük, lider olarak bulunmaz bir insansınız… Düşünüyorsunuz, doğru buluyorsunuz, bulduğunuza inanıyor ve bunu herkese inandırabiliyorsunuz… Az gelir dünyaya bu çapta insanlar… Onun için biz de sizinle kıvanç duyuyor, sizin peşinizden koşuyoruz. Fakat, üç şey var ki bunları ya ihmal ettiniz ya da başaramadınız… Ben, bu üç şeyi sizden öğrenmek isterdim Gazi Hazretleri… Atatürk dikkat kesilmişti. Salonda soluk bile işitilmiyordu.
-Nedir bu üç şey?
-Saltanatı kaldırdık, Hilafeti kaldırdık, Cumhuriyet’i kurduk, başımızdan fesi, kalemimizden Arap harflerini attık; bugün Mecelle’nin yerine oturmuş bir Medeni Kanunumuz var… Bu kadar kısa bir süre içinde bu başarılar, ancak sizin gibi bir önderle oluşturulabilirdi. Fakat bir şey var ki, istemediğimiz, milletçe düşman olduğumuz halde başaramadık, kırtasiyeciliğe yenildik Gazi Paşa Hazretleri. Hem de dövüşe dövüşe yenildik… Şimdi, sizinle bundan yüz metre ileride Evkaf Müdürlüğü’ne gitsek, orada Abdülhamit zamanından kalma testi ile, Abdülhamit zamanından kalma kafayı bir masanın başında yan yana buluruz…
Doktor Zeki sustu. Atatürk bütün ciddiyetiyle gözlerini genç adamın yüzüne dikmiş dinliyordu. Önem verdiği konulara girdiği zaman yaptığı gibi “Hımm” dedi ve konuştu:
-Peki başka?
Doktor Zeki, ikinci gözlemini anlattı. Bu gözlem önemli olmakla beraber, görgü tanıklarının hafızasından maalesef çıkmış. Bu yüzden maalesef buraya geçiremiyoruz diyor İsmet Bozdağ. Ancak bu hatıralar yayınlanınca, bizim bulamadığımız görgü tanıkları elbette bu boşluğu dolduran bilgiyi bize ulaştıracaklardır, umarız, diye ilave ediyor.
Atatürk, bu ikinci gözlemi de dikkatle dinledikten sonra, yine bir “Hımm” dedi ve Doktor Zeki üçüncü soruya geçti:
– Gazi Paşam, Saltanatı kaldırdık, Hilafeti kaldırdık, Cumhuriyet’i ilan ettik… Bunlar, yapılana kadar bir milletin idealidir. Fakat yapıldıktan sonra, yeni bir düzen kurulur ve bu düzen işler… Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi ideal değildir. İyi işlemesini sağlamaya mecburuz, o kadar… Yaptığımız öteki inkılaplar de belki ideal olmak niteliğindedir. Fakat yapıldıktan sonra, ideal olmaktan çıkar yaşanan bir gerçek olur… Ama bir de milletlerin babadan oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız. Yahut ben bilmiyorum. Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri?…
Bu, birbiri peşinden söylenen üç soru, 1933 yılının 29 Ekim gecesini fikirle çatlatacak kadar şişirmiştir. Atatürk, Genç doktorun yüzüne sevgiyle bakıyor ve susuyordu. Neden sonra;
-Başka var mı çocuğum… dedi,
-Hayır Gazi Paşam, hepsi bu kadar…
-Haklısınız, Zeki Bey, ama eksiklikleriniz var. Söyledikleriniz doğrudur. İdeal ele geçince, ideal olmaktan çıkar, yaşanılır bir şey olur. Bu fikriniz doğru. Doğru olan bir fikriniz daha var: Kırtasiyecilikle boğuştuğumuz. Ama boğuşa boğuşa yenildiğimiz doğru değil… Bazı şeyler vardır ki bu kanunla, bir emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğumuz halde düzelmezler. Fesi atar, şapkayı giyer adam, ama alnında fesin izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız. Kimi sarıkla dolaşamaz. Ama bazı insanların başındaki görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin içindedir. Zihniyet, binlerce yılın birikimidir. O birikim bir anda yok edemezsiniz, boğuşursunuz onunla sadece… Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak yerleştirinceye kadar boğuşursunuz ve sonunda muvaffak olursunuz… Genç arkadaşım “Boğuşa boğuşa yenildik” dedi. Hayır arkadaşlar, yenilmedik. Boğuşuyoruz ve boğuşa boğuşa yeneceğiz… Önemli olan burasıdır. Yani, boğuşmaktan yorulmamak, umutsuzluğa düşmemektir. Milletler boğuşa boğuşa ilerlerler… Yorulan, umutsuzluğa düşen yenilir. Biz inanıyoruz. Ünandığımız şey doğrudur, yenidir, ileridir. Öyleyse, eskiyi, geriyi işe yaramazı mutlaka yeneceğiz demektir.” * 6 Aralık Radikal Gazetesi