‘’Vücudunuzdaki her bir atom patlamış olan yıldızlardan geldi. Ve muhtemelen sol elinizdeki atomların geldiği yıldız sağ elinizdekilerin geldiği yıldızdan farklı. Bu gerçekten fizik hakkında bildiğim en şiirsel şey’’.
Lawrence Krauss
Atomlar hoşgörü ortamlarında bir araya gelince hayat, tersi ortamlarda eceli tesis ederler. Sevgi, yanıcı bir atom olan hidrojenle yakıcı bir atom olan oksijeni birleştirdiğinde su, nefret ile ayırdığında ateş meydana gelir. Atomun alt elemanları sevgi ile bir arada bulununca varoluşu, kin ile birbirlerinden ayrılınca yok oluşu başlatırlar.
Dada
Canlıları oluşturan atomlar, kendilerinden önce yaşamış olan canlıların bünyelerinde değişik organ fakültelerinde eğitim, öğretim alarak farklı derecelerde uyanmış ve aydınlanmış olarak ebeveynlerinin bedenlerinde sperm ve ovum olarak ayrı ayrı dizayn edildiler. Ve sonra tekrar bir araya gelerek her biri bir canlı türüne evrildi ve hikayeyi biraz değiştirerek baştan yazdılar. Bana öyle geliyor ki bu serüvende görev alan atomlar, daha önce yapıtaşı oldukları organizmalarda aldıkları informasyon bilgilerini yeni dahil oldukları organizmaları oluştururken kullandı ve ona göre yeni bir organizma oluşturdular.
Bu varoluş sürecinde işe katılan atomların donanım ve yazılımlarının farklı permütasyon ve kombinasyonları, yeni oluşacak organizmanın kendine has özelliklerinin belirlenmesinde en temel rolü oynadılar. İşte bu sonsuz fizik ve matematik yasalarının çok zengin kombinasyon ve permütasyon kümelerinden rastgele ya da planlı olarak çekilen alt kümelerin her biri bir canlı oluşturmak için biyoloji sahnesine çıktılar. Şimdi konumuz olan laboratuvar ve kır tavşanları üzerinden bir hipotez kuralım. Erzurum’un dağlarında bir çift tavşan ailesinde oluşacak bir yavrunun X kromozomlarının hazırlandığı yumurtalıkla Y kromozomlarının hazırlandığı testisleri taşıyan ebeveynlerin aldığı gıdaların özellikleri oluşacak yavrunun özelliklerinin tayininde temel ve sonsuz öneme sahiptir. Ovaryum ya da testislerin bu kromozomları örerken kullandığı atomları rastgele mi, ya da belli bir kurala göre mi seçtiğini söylemek eşit derecede çelişki içerir. Bana göre tüm evrenin o anki durumu be seçilişi belirler; ancak, ebeveynlerin o anki durumları da evreninin o anki durumunun belirlenmesinde çok ciddi bir role sahip olsa gerektir. Bu teori evrendeki dinamizmin ve sürekliliğin nedenselliğini de açıklar.
Ben atomların belli bir DADABYTE kapasitesinde bilgi yani yazılımla yüklü olduklarını ve bu özelliklerine dayanarak varoluş süreçlerine katıldıklarını düşünmekteyim. Her canlı, atomlar için açılmış bir okul ya da üniversitedir. Atomlar bu okullarda bilgi aktarımında bulunur ve yeni bilgilerle kendilerini güncellerler. Güncelledikleri bu bilgileri de yeni tanıştıkları atom-molekül ya da taşındıkları molekül ve hücrelere yüklerler. Eğer atom kanserli bir hücreden geliyorsa ve bu yazılımı delete edilmemişse taşındığı hücreyi de kanserleştirebilir. Başka bir örnekle: diyelim ki Mısır’a gittiniz…. Orada aldığınız bir gıdada firavun Akheneton’un beyninde görev yapmış bir atomu yıllar sonra bünyesinde bulunduran bir gıdayı aldınız ve bu gıda sizin de beyninizde bir yapı taşı oldu. Muhtemelen o atomun yazılımı nispetinde siz de Akheneton’laşabilirsiniz. Akhenetonlaşabilmaniz için sizin beyninizin de Akhenetonun beynine kısmen benzerlik göstermesi gerekir ki o atomu okuyabilsin. Bu durumu, memory kart-bilgisayar yazılım donanım uyum/uyumsuzluğu ile mukayese edebilirsiniz.
‘’Bir tavşanın doğum ya da ölüm anındaki organizmasını oluşturan atomlar yeniden bir araya gelse yazılım ve donanımı açısından aynı organizmayı yeniden oluşturması mümkün müdür …. ?’’
Dada
Albert Einstein’e göre bu çekilişte zar atılmamıştır. Nitekim zar atılmış olsa da, olmasa da durum değişmeyecektir. Çünkü zarların atılıştan sonraki konumunda evrenin konumunun, evrenin konumunun oluşumunda da da zarların konumunun önemi inkar edilemez. O halde makro-mikro arasında sayısız feed-back devreler olsa gerektir. Bana göre zar atılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Lakin atılan zarları atılış tarzı ya da zarların tipleri tavla, satranç ya da okeyde atılan zarlardan çok farklı olsa gerektir. Benim hipotezim şöyledir:
Sonsuz çeşit zar atıldı. Zarlar hamur teknesine, sonsuza, dipsiz kuyuya, sonsuz zıplayıp asla yere inmeyecekleri bir zemine atıldı. Zarları ışık hızıyla atıldı ve enerjiye dönüştüler. Sonsuza atıldı ve zarlar yere inmediler… Ya da öyle sert bir zemine atıldılar ki zarlar sonsuza kadar zıplayıp durdular. Köşesi üstüne düşen zarlar sonsuza kadar döndüler. Yahut satranç, tavla ya da okeyde sonsuz taş vardı…. Zarlar doğru atılsa bile oyun hamlesi için gereken sonsuz zaman nedeniyle oyun yine tamamlanamadı …..
Yüzlerinde irrasyonel sayılar olan DADA ZARLARI ile oyun denendi. İrrasyonel sayılar bilinmediği için bunlara karşılık yer değiştirecek oyun taşı da belirsiz kaldı. Sonra bu zarlar da öncekiler gibi, değişik biçimlerde atıldılar …. İş temelden karıştı. Mevcut evrenin ve mevcut bilginin yetersiz kaldığı bu varoluş süreci çıkmaza girdi. İşte burada yeni üretilecek beyinler için yeni atomlar gerekiyordu…. Belki de başka bir evren …..
Bu zarların yüzeylerinde bulunan noktalar aslında birer küre kapağıdır ve dolayısıyla 6 noktalı yüzey daha hafiftir. Eğer zarlar sonsuz kez atılırsa 6 gelme ihtimali daha fazla olacaktır. Eğer tavla oynarken zarları hamur teknesine atarsanız bir küpte 6 yüz, 8 köşe ve 12 ayrıt olduğu nedeniyle herhangi bir yüzün üste gelme ihtimali klasik ihtimal hesaplarına göre 1/26; kuantum ihtimal hesaplarına göre de 1/sonsuz olur. Eğer zarların yüzeylerinde irrasyonel sayılar varsa klasik bilim şartları dahilinde tavla oynamanız imkansız olur.
Bu limitli evrene takılarak tesadüf/tasarım tartışmasına girmek anlamsızdır. Klasik bir tavla kutusunu sallayarak taşların herhangi bir oyun modunda dizilebileceğini hayal edemeyenler; eğer, 1000 trilyon taşlı bir tavla kutusu ile aynı deneyi yaparlarsa klasik tavla kutusunu salladıklarında herhangi bir oyun modunda taşların dizilebileceğini hayal edebilirler. Anı durum sonsuz taşlı bir tavla kutusu için 1000 trilyon taşa sahip tavla kutusu için de geçerli olur.
İşte bütün bu anlatılanlar ışığında diyebiliriz ki: Kafatası bir tekne, bu tekneye gelen gıdalar hamur, dış evrenden gelen ışık, ses, koku, tat, titreşim, ısı, basınç ….. parçacık ya dalgaları da beynin donanımını oluşturmak için bu hamuru yoğuran ellerdir. Sonra teknenin, hamurun, yoğuran ellerin yetenekleri ölçüsünde mevcut zaman ve mekanın fizik yasalarının müsaade ettiği limitlerde beyne dönüştürülür.
Anlatılan informasyonlar dahilinde düşünülünce fark edilir ki; gözlem ve deneyden uzaklaşan organizasyonlar asla gelişemez ve yıkımın en hızlı ve en tehlikelisine maruz kalırlar. Tabiattan uzak kalan beyin beyinliğini, göz gözlüğünü, kulak kulaklığını, barsak barsaklığını unutur. Ben burada kır ve laboratuvar tavşanlarının bilinen beş duyu oranlarını ve bu organlardan gelen sinyalleri işleyen beyin alanlarını mikroskop aracığı ile analiz ederek bilimin en muhteşem alanları olan fizik ve matematik yasaları ile irdelemeye çalıştım. Son zamanlarda üzerinde çalışmalarımı yoğunlaştırdığım aşağıdaki makalemden bazı verileri okurlarla paylaşırken acımasız eleştirilerini de yapmalarını özellikle bekliyorum. Çünkü; yalanla yalanın çarpışmasından cehalet; yalanla doğrunun çarpışmasından şüphe; doğru ile doğrunun çarpışmasından hakikat doğar (DADA). Üniversitelerde bu üç kategorideki münazaralara ihtiyaç vardır. Her düşünce ve kavram kendini bu akıl meydanında sergilediği zaman, yalan ve yanlış olanlar hakikat fırtınaları ile toz duman olur. Hakikat hiçbir zaman ve mekanda değişime uğramadan geçerliliğini devam ettiren donanım ve yazılımlardır. Deneylerle ispat edilememiş, edilemeyen ve edilemeyecek olan düşünceleri de teorik olarak dikkate almak gerekir. Ancak bunların pratiği sadece laboratuvar ortamlarında denenmelidir. Zira; Giordano Bruno çağdaşları adına konuşurken büyük bir gerçeği açıklamıştır: ‘’Düşüncelerim kiliseye göre günah, tribunallere göre suç ve akademisyenlere göre saçma idi. Bu nedenle yakılıyorum. Ama gelecekte haklı olduğum anlaşıldığında bu dönem tarihin karanlığına atılacaktır’’. Yine ünlü bir fizik vecizesinde beyan olunduğu gibi: ‘’Küçük doğruların tersi küçük eğriler; ve, büyük doğruların tersi ise yine büyük doğrulardır.’’ (….)
Eğitim-öğretim-aydınlanma ve uyanma tiplerini somut şekilde örneklendirebilmem için kendim ve ekibim tarafından yürütülen bir deney sonuçlarından ilk verileri DADA-P teoremi başlığı altında sizlerle paylaşmamın çok aydınlatıcı olacağını düşünmekteyim.
Dada-P Teoremi
Evren dediğimiz kitap, yazıldığı dil ve harfler öğrenilmedikçe anlaşılamaz. Matematik dilinde yazılmış bu kitapta harfler üçgen, daire ve diğer geometrik şekillerdir. Bu dil ve harfleri öğrenmedikçe kitabın tek bir sözcüğünü bile anlayamaz, karanlık bir labirentte dolanıp dururuz.
Galileo Galilei
Sözcükler çatlak davullara benzer. Yıldızları etkilemek isterken ayıları oynatacak ezgiler çalarız.
Gustave Flaubert
Kendi Çalışmamız (Devam ediyor)
Kır/Laboratuvar Tavşanlarında Göz Bebeklerinin Işığa Reaksiyon Zamanının Nörooftalmolojik Hardware Üzerinden Optik Fonksiyonlar Üzerindeki Rolü Üstüne Deneysel Veriler: Experimental Analiz (The Decisive Effect of the Area Swept by The Pupils at The Time of Reaction to Light on Data Dictating Accessibility Performance (DADA-P) in Prairie and Laboratory Rabbits. A New DADA Teorem) (Devam eden Çalışmamız)
Hakikatin hakikat mührünü pozitif fen bilimlerinin temel işlemcileri olan rakamlar ve sayılar atar. Rakamlarla uğraşan beyin alanları sözcüklerle uğraşan beyin alanlarından daha muhteşem bir donanım ve yazılıma sahiptir ve bu nöral devreler asla yalan söylemez. Ama sözcüklerin saklandığı beyin alanları daha eskidir ve sayısal beyin alanı kadar gelişmemiştir. Bu nedenle de G. Flaubert sözcükleri çatlak davullara benzetmiştir. Oysa sayılar sessiz hakikat okyanuslarına akan coşkun ırmaklara benzer. Multidisplinaritenin en tehlikeli düşmanı bağnazlıktır. Bilen ve bilmeyenlerin bir kombinasyonu olmalıdır multidisipliner ekip…. Bir multididspliner ekipte iki kişi birbirine benziyorsa o ekipte bir kişi gereksizdir. Çünkü: ‘’İlim, bilgi ve cehaletin sınırında ilerler. Biz bilmediklerimizi itiraf etmekten korkmuyoruz; bunda utanılacak bir şey yok. Utanılacak tek şey, tüm cevapları biliyormuş gibi davranmamızdır.’’ (Neil deGrasse Tyson). Bir multidisiğline sistemde her düşünde münaraya tabi tutulmalıdır. Bir felakete yol açmayacağı sürece rakiplerin fikirleri görmezden gelinmemelidir. Tüm dünya tarihine bakıldığında zincire vurulan, zindana atılan, ateşte yakılan, zehirlenen, lime lime edilen Hz. İbrahim’leri, Sokrates’leri, Hippatia’ları, Hippasus’ları, Giordano Bruno’ları, Hallac-ı Mansur’ları ….. görürüz. Bu konuda Giordano Bruno’nun ateşte yakılırken ölünceye dek ayakta dimdik durduğu ve şu sözleri söylediği rivayet olunur: ‘’Düşüncelerim kiliseye göre günah, tribunallere göre suç ve akademisyenlere göre saçma idi. Bu nedenle yakılıyorum. Ama gelecekte haklı olduğum anlaşıldığında bu dönem tarihin karanlığına atılacaktır’’.
Dış evrendeki ışık spektrum zenginliğinin sonucu olarak kır tavşanlarında; kornea ve retinanın uyarım zenginliğine bağlı daha ileri bir ışık duyarlılığı ve bunlara bağlı olarak optik sistem ve innerve ettiği tüm nöroendokrin ve immun sistemdeki nöron ve gliogeneziste muhteşem bir zenginlik tespit olunmuştur. Kır tavşanlarında laboratuvar tavşanlarına göre çok daha ileri düzeyde gelişmiş nörooftalmolojik harware ve software mevcuttur. Yani kır tavşanlarında beynin harddisk ve RAM gücü laboratuvar tavşanlarından çok daha yüksektir. Kendi tasarımımla dizayn ettiğim 1 mm küplük bir angular girus nöroçipinin Data Dictating Accessibility Performance (DADA-P) değeri kır tavşanlarında 2n DADA-P iken laboratuvar tavşanlarında 2n/x DADA-P olarak yani daha düşük düzeyde tespit olunmuştur.
Resimde sol taraf kır tavşanlarının, sağ taraf ise laboratuvar tavşanlarının GÖRME YOLLARI ile beyinlerinde DEHA/YETENEK alanlarındaki DADAÇİP’leri izlenmektedir. Bu alan en anlamlı olarak ellerini kullananlarda en mükemmel şekilde gelişmektedir. Bu nedenle ellerini kullanmadan vehmile tahsil yapanların beyinleri gelişmemekte ve hatta körelmektedir. Örümcek gibi olan lifler (adeta birer CD/TAŞ PLAK okuyan iğneler gibi) hafıza alanlarında ve hatta tüm sinir devrelerinde bilgi kodlayan hafıza hücrelerini aynı şekilde okuyarak canlılarda anlayış, idrak ve dehayı açığa çıkarır.
Bu nedenle deriz ki: Tabiattan uzak kalmış bir beyinin donanım ve yazılım açısından mükemmelleşmesi imkansızdır. Bir beyin, ilkel dönemlerinde kendinde kodlanan teorik bilgiler dışında bilgi almaz ve pratik yapmazsa yeni deha-yetenek dadaçipleri gelişemeyeceği için ilkellik ortamında sıkışır ve erkenden Alzheimer hastalığına yakalanabilir. Ancak teorik ve pratik bilgileri bir arada işleyenlerde çok sayıda ve farklı biçimlerde yeni dadaçipleri oluşur ve kafatası boş kalmaktan kurtulur. İçine bilginin karanlıklarında yatan şafaktan güneş gibi beyinler doğar. Bir beyin cerrahı olarak kır ve laboratuvar tavşanları gibi yaşayan insanların beyin görüntüleri de nizim çalışmalarımızın sonuçlarını teyid eder gibi gözükmektedir.
Bu yazıda atomlar üniversite bireylerini, evren ise üniversiteyi temsil etmektedir. Tavşan deneyleri ise Universal ve Monoversal hayatın nörolojik etkilerinin kökenini anlamak için yapılmaktadır.
Bir şiir ile okuyucuları özgür bırakalım…..
İlim ruhun hayatıdır, yaşayan sayrı olmaz ….
Bilim tahsil eden kişi hakikatten ayrı kalmaz….
Delinse yer, çökse gök, parçalansa felekler…
Ehl-i ilmin diyarında bir zerre hasarı olmaz…
Cahil döker çeşm-i giryan bu feleğin kahrından…
Bilge seyreder bunu, gam-keder yari olmaz….
Ebedidir bu deryada salınıp seyreden kaptan…
Cihetini kaybederek şaşkınlar serdarı olmaz!
İlim deryalarından bir damlaya muhtaç ben fani yoksulun…
Ömründe bir hakikati bilmekten başka ala varı olmaz…
Allah’ım! Lütfeyle bana, ilim denizinde ıslanayım…!
Aparsın o derya beni, o deryada yok olayım….