17. yüzyıldan sonra gazetenin Avrupa’da günlük hayata girmesiyle birlikte gazetelerde yazı yazan eğitimli kişiler, halkı kitlesel olarak belirli konularda etkilemeye, bazı alanlara yönlendirmeye başlamışlardır. Kitleleri istedikleri gibi yönlendiren, onların doğru olana erişmesi için çaba harcayan kişilere entelektüel denilmeye başlanmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde entelektüel kavramının kullanımı halk arasında iyice yayılmıştır.
Latince “intelectus” kelimesi, Fransızcada “Intelecktüel” olarak kullanılmış, dilimize de “entelektüel” şeklinde Fransızcadan geçmiştir. Kelimenin akıl, şuur, beyin, kavrama gücü, zekâ gibi anlamları bulunmaktadır.
Entelektüel kavramının birden fazla tanımının olması, kavramın içeriğinin zenginliğinden, değişkenliğinden ve toplumlularda o kavrama her dönemde farklı anlam yüklenmesinden kaynaklanmıştır. Hatta aynı kavrama bir toplumun belirli katmanları farklı anlamlar bile yüklemişlerdir.
Bu kavramı bazıları halkı aydınlatan kişiler olarak ifade ederken bazıları da halka yabancı olan kişileri kastetmiş, bazıları entelektüellerin evrensel olmasını, bazıları da yerelliği ön plana çıkarmasını önemsemiştir. Aydınlanma çağından sonra dinî konulara mesafeli duran kişilere aydınlanmış, entelektüel denilmeye başlanmıştır.
Entelektüel, aydın, münevver kelimeleri genelde aynı anlamda kullanılırken Ali Şeriati, entelektüel kişilerin bilgi üreten, alanına hâkim fakat toplumdan uzak kişiler olduğunu, aydınların ise entelektüel olmasalar bile toplumu donukluktan kurtaran, onu harekete geçiren bir yapılarının olduğunu ifade etmiştir.
Toplumu aydınlatan, onların doğru yolu bulmaları için çaba harcayan, toplumun değerlerine bağlı, kendini yetiştirmiş kişiler aydın veya münevver olarak tanımlanmaktadır.
Batı yanlısı kişiler entelektüel; köklerine bağlı kalmayı tercih eden kişiler ise aydın, münevver olmayı tercih etmişlerdir.
Kendisini âmir konumunda gören ve halka tepeden bakan bazı atanmış kişilerin entelektüel tavrı ile içinden doğduğu toplumun gerçeklerini onlara anlatma, onları aydınlatma çabası içinde olanların tavrı farklı olmaktadır. Sınıfsal imtiyazını, zenginliğini entelektüel olmak için varis olarak gören, giyim tarzı üzerinden kendisini entelektüel olarak ifade edenlere rastlamak mümkündür.
Kavram Yozlaştırıldı
Entelektüel kavramının içi zamanla boşaltılmış, hatta kökeninden ve içeriğinden soyutlanarak şekilsel bir anlama dönüştürülmüş, içeriği yozlaştırıldığı için her tür eylemi yapan kişiler kendilerine aynı tanımı vermeye başlamışlardır.
Entelektüel kavramının içinin boşaltılmasının ve yozlaştırmasının kökeni 1894 yıllarına dayanmaktadır.
1894 yılında Fransa’da, Yahudi kökenli Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Almanlar adına casusluk yapmakla suçlanmış, yargılanarak müebbet hapisle cezalandırılmıştır. Dreyfus ise suçsuz olduğunu kanıtlamaya çalışmış ama bunda da bir türlü muvaffak olamamıştır. Bu olay nedeni ile Fransız toplumunda bazıları Dreyfus’un suçsuz olduğunu iddia ederken birçoğu hükümetten yana tavır takınarak cezanın haklı olduğunu savunmuştur.
Emile Zola, 12 Ocak 1898 yılında L’Aure Gazesinde “Suçluyorum” başlığı ile Fransız Cumhurbaşkanı’na mektup yazarak Dreyfus’un suçsuz olduğunu iddia etmiş, bu yazıdan cesaret alan bazı sanatçılar, “Entelektüeller Bildirisi” adı altında bir bildiri yayınlamışlardır.
O dönemlerde hükümeti desteklemek moda olduğu için birçok kişi entelektüel kavramını aşağılayıcı bir tanım olarak görmüş, bu kişileri dışlayan ifadeler kullanmışlardır.
Sonradan yapılan incelemelerde Dreyfus’un suçsuz olduğu anlaşılmış ve serbest bırakılmıştır. Fakat bu olaydan sonra entelektüel kavramı derin bir anlam kazanmaya başlamış; özellikle haksızlığa, iktidara, onun eylemlerine karşı bir direnç geliştiren kişilerin etiketi olmuştur. Dahası entelektüel olmanın ilk şartı muhalefet yapmaktan geçmiştir.
Bu dönemden sonra gerçek entelektüeller; siyasi, iktisadi bir beklenti içerisine girmeden “namuslu aydın” kavramı altında varlıklarını devam ettirmişlerdir. Ünlü düşünür Benda, belirli düşünceyi, maddi olanı önemseyenleri, gerçeği göz ardı edenleri eleştirerek “Aydınların İhaneti” kitabını yazmış, o dönemden sonra insanların aydınlara bakış açısı yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Ali Şeriati ise aydınları, asil ve taklitçi diye ikiye ayırmış; toplumu Batılılaştırmak, onları kültürlerinden ve değerlerinden uzaklaştırmak isteyen, kendi toplumlarını Batı’nın sömürgesi olması için zemin oluşturmaya çalışan aydınlara “sözde aydın” demiş; Attilâ İlhan da “Hangi Batı” kitabında bu tarz kişileri “komprador” diye ifade etmiştir.
Doğrudan, adaletten, hukuktan, mazlumdan yana olmak faziletli insanların ortak değeridir. Bu kavramlara ideolojik bir kılıf giydirip onları belirli bir gruba mal etmek toplumun geneline yapılmış büyük bir haksızlıktır.
Modern hayatla birlikte her şeyin hızla tüketildiği, pratik ve pragmatist insanların sayısının arttığı günümüzde bazıları, entelektüel olmanın en kısa yolu olarak karşı çıkma figürünü olur olmaz yerde dillendirmeye başladı.
Okumayan, araştırmayan, üretmeyen, ülke sorunlarının temelini bilmeyen, ülkenin tarihsel ve kültürel sorunlarından habersiz kişiler; emeğe dayanın bilgiye erişme ve olgunlaşma çabası yerine, muhalefet yaparak en kolay yoldan entelektüel olma kurnazlığına yönelmişlerdir.
Batı özentili bir yaşamı önceleyen ülkemizin ürettiği entelektüel tipi de okumadan, araştırmadan, bir tiyatroda ya da sinemada figüranlık da olsa bir rol alıp sonra her şeye itiraz ederek kendini pahalıya pazarlamaya çalışan cambaz tipli insanları türetmiş, bunlar da muhalefet yaparak kendilerine entelektüel süsü vermeye başlamışlardır.
Ali Mustafa Efendi’nin Ne kendi bir söze kâdir ne bir müellifi var/ Velîk herze-i ta’n ile ağızı mâlâmâl /dediği gibi, kendisine ait bir sözü, ortaya koyduğu bir eseri olmayan, fakat başkalarını eleştirmek için saçma sözlerle ağzını dolduran, özünde cahil kişiler “entelektüel” iddiasıyla her gün karşımıza çıkmaktadırlar.
Mümtaz Turhan’ın “Maarifimizin Ana Davaları” kitabında, Türkiye’deki cehaletin okuma yazma bilmeyenler tarafından temsil edildiğini düşünmenin doğru olmadığını, Türkiye’deki cehaletin hakiki mümessilinin bugünkü münevver kesimin oluşturduğunu ifade etmiştir.
Akademisyenlerin Durumu
İsiah Berlin, Yunanlı şair Archilochus’un tilki ve kirpi metaforu üzerinden hareketle bazı düşünür ve sanatçılar hakkında yorumlarda bulunmuştur. Archilochus, kirpinin dar ve düz yollardan giderek hedefine yavaş ve emin adımlarla yürüdüğünü, saldırı anında ok gibi dikenleri ile kendini korumaya aldığını, tilkinin ise birçok yollardan, birçok farklı alanlardan hareketle kendini beslediğini ama bu beslenmenin parçalı olduğunu, parçalardan bütünü oluşturmaya çalıştığını belirtmiş, bazı düşünür ve sanatçıların kirpi gibi bir ana fikir üzerinde, bir alanda derinleştiğini, bazı düşünürlerin ise tilki gibi hareket hâlinde olduklarını, kendi varlıklarını ve düşünce yapılarını inşa etmek için birçok parçanın peşinden koştuklarını ifade etmiştir.
Birçok alanla uğraşan, her fikri araştırarak kendi dünyasını zenginleştirmeye çalışan kişiler de tilkiler gibi saldırıya açık alanlarda yabancılara yakalanma risklerini de taşımaktadırlar. Bununla birlikte geniş alana nüfuz eden ve bilgi alanlarını genişleterek bütünü görme şansını yakalayan kişiler kendi alanlarına, başka alanlardan örnekler getirme, kendi alanlarının verilerini diğer veriler üzerinden yorumlama, mukayese yapma şansına sahip olmaktadırlar. İbrahim Kalın’ın “Açık Ufuk” kitabında da belirtiği gibi fikri alanını genişleten kişiler, varlık alanını çözümleme noktasında farkı imkânlara da sahip olabilmektedirler.
Akademisyen grubu, kirpi ve tilki metaforunda tilkiden daha ziyade kirpi metaforuna yakın durmaktadır.
Bir akademisyenin kirpi metaforunda olduğu gibi bir alanda uzmanlaşması, o alana hâkim olması kaçınılmaz bir durumdur. Bu kişilerin bir alana sıkışıp o alanda çalışmalar yapması akademisyenliğin doğası gereğidir. Fakat başta sosyal bilimler olmak üzere hiçbir bilimin de yaşadığı toplumdan tamamen bağımsız olması imkânsızdır.
Bilginin sınırlandırılması düşünceyi de sınırlandırır. Düşünce darlığı, toplumu aydınlatmaya çalışan ve her kesimden ve düşünceden insanlarla karşılaşmak durumunda olan kişilerin işini zorlaştırmaktadır.
Okuma, araştırma, derse girme, öğrenci yetiştirme sorumluluğunun yanında, aydın kimliğini de almak isteyen bir akademisyenin diğer entelektüel kişilerden daha fazla çalışmak, daha fazla araştırma yapmak mecburiyeti vardır. Bu gerekleri yerine getirmeden olur olmaz her yerde fikrini beyan etmeye çalışan, her şeye muhalefet olma kaygısını taşıyan akademisyenler, sosyal medyanın kısa yoldan meşhur etme tuzağına düşebilmektedirler.
Önce Akademisyen, Sonra Aydın
Akademik kariyerinin yanında aydın olma sorumluluğu başta eğitim fakültesinde görev yapan akademisyenler olmak üzere, sosyal bilimciler, diğer alandaki araştırmacılar için de aranan özelliklerdir. Eğitim fakültesindeki akademisyenler, toplumu, toplumun beklentilerini, toplumun kültürel özelliklerini çok iyi bilme, o bilgi üzerine, toplumun ihtiyacı olan öğretmenleri yetiştirme sorumluluğu bulunmaktadır. Eğitim fakültesinde yetişen öğretmen adayı öğrenciler doğrudan halkla, gençlerle iletişim içinde olacakları için bu çok temel bir zorunluluktur.
Aynı zamanda akademisyenlerin kurumsal bir sorumlulukları da vardır. Bu durum onların görev bilinçlerini ön plana çıkarmaktadır. Görev bilinçlerini aşırı derecede öncelemeleri, bazı sorunları da beraberinde getirmiştir.
İstanbul Üniversitesinin bazı hocaları, Milli Mücadele’ye gerekli desteği vermedikleri gibi İstanbul’un işgaline olması gereken tepkileri göstermemiş, derslerini anlatmaya devam etmiş, hatta dersine devam etmeyen öğrencileri ise bırakmakla tehdit etmişler; kendilerine karşı çıkan kişilere de kendilerinin akademik çalışmalar yaptıklarını, birinci vazifelerinin ilmî çalışmalar olduğunu dile getirmişlerdir. Hocaların bu tutumu o dönemde öğrenciler tarafından şiddetli bir şekilde protesto edilmiştir.
Hiçbir akademisyen; kültüründen, tarihinden, üzerinde yaşamış olduğu toplumun sorunlarından kendisini soyutlayamaz. Dünyadaki bilim insanları insanlığa hizmet için çalışmaktadır. Fakat onları motive eden ana unsur ülkelerini geliştirme, en güzel şekilde onu temsil etme arzusudur.
Sosyalizmi, insanlığı, dünya kardeşliğini savunan Sovyetler Birliği; edebiyat yolu ile Marksizim’i, Rus düşüncesini yaydığı, onu dünyaya tanıttığı için Stalin; Maksim Gorki’ye, Lenin Nişanı vermiş, Nizhni Novgorod şehrinin ismini Gorki olarak değiştirmiş, onu Sovyet Yazarlar Birliği Başkanlığı’na getirmiştir. Dünyada hiçbir toplum kendi ülkesinin menfaatine olmayan, bir yeniliğin, bir düşüncenin taraftarı olmamıştır.
Karşılaştığı olayların sebep sonuç ilişkilerini iyi çözümleyen, fikirlerini ileri sürerken elindeki verilerin doğruluğunu, güncelliğini, insanlığa yararını tahlil eden, doğru bilgiye ulaşmak için tüm çabasını ortaya koyan, bilgi üreten, haktan, adaletten, mazlumdan yana olan kişiler kendi çaplarında birer aydındır.
2 yorum
Ali şeriati bu coğrafyada referans alınacak biri değil niye mi sahih bir Kuran ve sünnet sevgisinden olursunuz böylelerini okuyunca
Aslında “-Sana ne, sana mı kaldı yazmak” diyor kendimi frenliyorum.
Bazen fren hiç tutmuyor. Yazıyorum. İyi mi yapıyorum kötü mü hiç bilmiyorum.
Ali Şeriati; “referans alınacak kişi değil”miş.
TDV ansilopedisinden; Ali Şeriati maddesini okuyorum.
“Peder Mâder mâ Müttehemîm’de Şiî-Sünnî ihtilâfının akıl dışı
öğelerini tartışmakta ve Şiîliğin efsanevî dünyasıyla duygusal
dozu oldukça yüksek bir hesaplaşmaya girmekteydi.
Aslında Şerîatî’nin eleştirileri çok boyutluydu, söyleminin
arka planına dikkat edilmeden değerlendirildiğinde bu eleştiriler
yanlış yorumlanabilirdi.
Çünkü Şerîatî, hem Batı’yı eleştirmeksizin taklit eden laik seçkinlere
hem de geleneksel dinî liderliğe karşı çıkmaktaydı.
Bu sebeple onun İslâm toplum bilimi, kendine yabancılaşan arayış içindeki gelişme kuşağına kapsamlı seçenekler sunmak üzere tasarlanmıştı.” yazılı. Ayrıca;
“İran İslâm Devrimi’yle aynı tarihlerde tanınmaya başlayan Şerîatî
hakkında onu sağlıklı bir analize tâbi tutan çalışmalar
Türkçe’de yok denecek kadar azdır. Genelde yapılan ya
ondan aktarılan söylemler üzerinden bir Sünnî radikalizmi
üretmek ya da onu bir Şiî fanatiği olarak görüp reddetmektir.
Şerîatî’nin gelenekle modernliği uzlaştırma gayreti
Cemil Meriç tarafından “göller bölgesinde bir ada” şeklinde tasvir edilmiştir. ”
şeklinde bilgi verilmiş.
“Dinler Tarihi” adlı eserinde; Dr. Ali Şeriati özgeçmişi verilip takdim edilirken;
“1960’da Fransa’ya gönderilir, orada Sosyoloji ve Dinler Tarihi üzerine çalışır.
—————–Cezayir Kurtuluş Hareketi’ne aktif olarak katılır. ——–
Bu faaliyetlerinden dolayı Paris’te tutuklanır.” yazılmış.
Cezayir kurtuluş hareketine katılıp Müstemlekcilerle aktif olarak mücadele eden
bir kişi samimidir. Yazdıkları okunur. (Akıl süzgecinden geçirilmek şartı ile…)
Bağnaz ve yobaz olmamak hayatımızın esası olmalıdır. Daha başka esalarla birlikte…
Bitirmeden önce; münevver ve aydın kavramlarını açıklarken; nur ve ziya kavramlarına da müracaat etmeliyiz.
Nur kavramının en iyi temsil eden misal güneştir.
“Güneş; merkezinde hafif atom çekirdeklerini kaynaştırıp (Füzyon) daha ağır atom çekirdekleri üretirken az da olsa kütle kaybediyor. Aslında kayıp kütle enerji halinde uzaya salınıyor.” (Yani münevver; Dört hidojen çekirdeğini sıkıntı ve azap çekerek, Kuantum fiziğinden bildiğimiz ” Tünelleme etkisini” kullanarak Helyum 4 çekirdeğini üretiyor. Üretirken de kütle kaybediyor. Bedel ödüyor. Münevverlerin bedel ödemesi; dünyamızda; takibata uğrama, hapse girme, öldürülme vs. şeklinde tezahür ediyor. Kaybettiği kütle; enerji şeklinde etrafına yayıldığı için, çevresindekiler aydınlanıyor, ısınıyor, hayat buluyor, hayat üretiyor.) Hayat üretmeye örnek olarak fotosentezi gösterebiliriz. Hayatın başlangıcı.
Aydın ise; AY’a benzetilebilir. kendisine gelen ışığı ziya şeklinde etrafına yansıtıyor. Orada; bir ziya kaynağı var. Evet, yalnızca kendisine ulaşan ışığı yansıtıyor. Yeni ürettiği bir şey yok. Enerji üretmiyor. Bedel hiç ödemiyor. Hayata katkısı yok. Mehtabında şiirler, şarkılar yazan sanatçılara ilham kaynağı oluyor sadece.
“Münevver” ile “Aydın” arasında temel farklar bence bu şekilde de ifade edilebilir.
Saygılarımla.
bülent demirbek