Hani derler ya “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu…” ya da “Dinime küfreden Müslüman olsa…” Yürekten yaralayıcı, onur ve haysiyetimizi incitici hadiselerin ardı arkası kesilmiyor.
Bazı meslektaşlarımın sosyal içerikli ve güncel yazılarını, devamlı gözden geçiriyorum. Genellikle mesleğimize yönelik karamsarlık havası hâkim. Hiç kimse hayatından memnun değil. Bir bıkkınlık, bir yorgunluk ve bir usanmışlık rüzgârıdır, esip gidiyor. Karamsarlık ve defansif düşünceler diz boyu…
Diğer taraftan mesleğimizin akıbetini ve dolayısıyla da, halen etrafı tozpembe gören, “Oh ne rahat, her istediğim zaman, gece, gündüz, acil macil muayene oluyorum, işlerim görülüyor, istediğim tetkiki rahatlıkla yaptırabiliyorum, canımın çektiği filmi hemen çektiriyorum, keyfimce, canım çektiğinde istediğim doktoru en üst makamlara şikâyet edebiliyorum, tatmin olmazsam pataklıyorum, eşek sudan gelinceye kadar dövüyorum, bıçaklıyorum, kurşunluyorum, nasıl olsa önemli bir ceza almayacağım. Çünkü her halükârda doktor haksızdır. Gün benim günüm…” diyen ya da demeyen insanların, sağlıklarının istikbali, ne denli tehlikede olduğu ne toplum tarafından ne de yetkililer tarafından fark edilmemektedir.
Birçok medya organını, meydanı boş bulan, diplomalı ya da diplomasız hocalar(!), mucitler(!), kâşifler(!), şarlatanlar, soytarılar işgal etmiş, kimsenin onlarla ilgilendiği yok. Toplumun sağlığını ne denli tehdit ettikleri, insanların saf ve temiz duygularını nasıl suistimal ettikleri ve duygu sömürüsü yaptıkları, yetkili ya da yetkisiz hiç kimse tarafından farkedilmemektedir.
Bizler, muayenehanelerimizi, kapılarının eninden-boyundan hasta muayene odalarındaki zil düğmelerine, pisuvarların şeklinden helâların deliklerine varıncaya kadar, elimizde metre, santim santim ölçüp, emir ve talimatlara uydurmaya çalışırken, televizyonları toplumun sağlığını hiçe sayan, asrın keşfini(!) yaptıklarını bangır bangır ilan eden, mutatabbip, şarlatanlar işgal etmiş durumda. Hiçbir bilimsel dayanağı bulunmayan, modern tıpla uzaktan, yakından ilgisi olmayan ilaç(!) ve ürünler(!) akıllarınca, garantili olarak satılmaktadır.
Yapılan tıbbi tetkikler sonucu, sperm sayısı sıfır olan erkeklerin, sperm sayılarını birkaç ay içerisinde 150-200 milyon’a(!) çıkartan, hiç adet görmeyen ve ovülasyon fonksiyonu bulunmayan kadınların adet görmelerini, yumurtlamalarını ve hamile kalmalarını sağlayan mucizevî ürünler(!) fındık-fıstık gibi satılmaktadır. En az on çocuk garanti(!)…
Empotansı olan erkekler, sigarayı bırakamayanlar, infarktüs geçirenler, beyin damarları tıkananlar, kanser olanlar garantili tedavi ediliyor! Ama, bunlardan esas görevi toplumun sağlığını korumak olan makamların haberi yok. Kimsenin bunlara da “Dur!” demeye niyetli olmadığının da farkındayız.
Neden hâlâ hastanelerde, fakültelerde bunca pahalı ilaçlar kullanılır, kateterler yapılır, en riskli ameliyatlar gerçekleştirilir, anjiyografiler çekilir, randevular verilir(!), Bir sürü ameliyatta, pahalı pahalı aletler, stentler kullanılır, anlamış değilim(!) Bu doktorların havasından da geçilmez(!) Ekonomimizi düzeltecek formül var, ama herkes kendi havasında(!)…
Elli küsur yıldır okuyorum, yazıyorum… Nerede ise dünyanın gitmediğim ülkesi, görmediğim hastanesi ve üniversitesi kalmadı. Bizim uyanık(!) , akıllı(!), zeki(!), Şark kurnazı mutatabbipler boncuklarla, taşlarla, tozlarla, bitkilerle, köklerle, yapraklarla bu işi çözmüşler, kimsenin haberi yok(!). Keşke bu alimler(!), bu buluşlarını SCI, “Web of Science” ve “PubMed” gibi kapsamlı dergilerde yayınlasalar da dünyanın haberi olsa!… İlmimiz irfanımız artsa…
Hekimlerle uğraşmaktan başka işlere zaman kalmıyor olsa gerek ki, Sağlık Bakanlığı ya da Tarım Bakanlığı bunlarla ilgilenemiyor diyelim. Acaba RTÜK, bu konularda da yetkili değil mi?
Her şeyden vazgeçtik de, “Ayıptır, Ayıp!” diyecek bir makam da mı yok?
Utana sıkıla da olsa, hekim meslektaşlarım için vakit geçmeden hastalar dâhil, herkesten, ama herkesten “merhamet”, evet yanlış okumadınız, özellikle “MERHAMET” istirham ediyorum! Zira mesleğimizin ve meslektaşlarımızın,
“Zib-u fer vermek için devlet-i büht’ün nasra”
Gitti Bağdat’a fakat, baa’del harab’ul Basra”
beyti ile hal-i perişanı anlatılan Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerindeki Bağdat Valisinin durumuna düşmesini istemiyorum.